Hepimiz Neandertal ve Denisovalı DNA’sı Taşıyoruz

Hepimiz, çeşitli oranlarda Neandertal ve Denisovalı DNA’sı taşıyoruz. Peki bu durum bizi tam olarak nasıl etkiliyor?

Burun ve ağzımız Neandertal ve Denisovalı genleri tarafından şekillendirilmiş olabilir.

Homo sapiens, günümüzde ayakta kalan son insan türü olabilir, ancak geçmişte yalnız değildik. Tarihimizin büyük bir bölümünde cinsimizin diğer üyeleriyle birlikte yaşadık ve atalarımız Neandertal ve Denisovalı akrabalarıyla ilişki kurma fırsatını kaçırmadılar.

Bu türler arası etkileşimlerin üzerinden binlerce yıl geçti, fakat atalarımızın bu yakınlaşmalarının etkilerini hâlâ taşıyoruz. Antik DNA tespiti ve genom dizileme alanındaki son gelişmeler sayesinde, bilim insanları bu genetik etkileşimlerin sağlığımızı, görünüşümüzü ve fizyolojimizi nasıl şekillendirdiğini anlamaya başlıyor.

Arkaik insan DNA’sının modern insan genomuna olan etkilerini inceleyen bir araştırma, Homo sapiens’in Afrika’dan farklı zamanlarda göç ettiğini ve bu göç dalgalarının, insanların Avrasya’da farklı bölgelerde Neandertallerle çiftleşmesine yol açtığını ortaya koyuyor. Bunun bir sonucu olarak, bugün yaşayan insanlar, bu soyu tükenmiş türlerden miras kalan karmaşık bir genetik mozaiğe sahip.

Son çalışmalar, Homo sapiens’in üç ayrı Denisovalı popülasyonuyla da çiftleştiğini gösteriyor. Bu nedenle, Afrikalı olmayan bireylerin genomlarının yaklaşık yüzde 2’si Neandertallerden gelirken, Okyanusya’daki bazı yerli gruplarda bu oran Denisovalı DNA’sı için yüzde 2-5 arasında değişiyor.

Neandertal ve Denisovalı Genlerinin Etkileri

Bu arkaik genlerin bize etkilerini inceleyen araştırmacılar, Neandertal DNA’sının burun boyutumuzu artırdığını, Denisovalı genlerinin ise dudak genişliği ile ilişkili olduğunu belirtiyor. Daha önceki çalışmalar, Denisovalıların ortalama modern insana kıyasla daha dar ağızlara sahip olabileceğini öne sürmüştü.

Bazı bulgular, Neandertal genlerinin sirkadiyen ritmimizi etkileyerek bizi sabah erken uyanmaya daha yatkın hale getirebileceğini gösteriyor. Ancak, atalarımızdan miras kalan genetik dizilimlerin çoğunluğu bağışıklık sistemi işlevleriyle ilgili.

Araştırmacılara göre, bu şaşırtıcı değil; çünkü Neandertaller ve Denisovalılar, Avrasya’daki patojenlerle başa çıkmaya daha iyi uyum sağlamıştı. Afrikalı Homo sapiens göçmenleri, bu genetik avantajları çiftleşme yoluyla kazanarak enfeksiyonlara karşı koruma sağlayan genleri doğal seçilim yoluyla gelecek nesillere aktarmış olabilir.

Hastalık Riski ve Avantajlar

Ancak araştırmacılar, bu bağışıklıkla ilgili genlerin, modern bireylerde hastalık yatkınlığına da katkıda bulunabileceğini belirtiyor. Örneğin, kromozom 12 üzerindeki bir Neandertal gen kümesi, ciddi COVID semptomlarına karşı koruma sağlarken, kromozom 3 üzerindeki başka bir küme, hastalığa karşı duyarlılığımızı artırıyor olabilir.

Benzer şekilde, modern Japon genomlarının analizi, Denisovalı DNA’sının tip II diyabet ve koroner arter hastalığı gibi sağlık sorunlarıyla ilişkili olduğunu ortaya koydu.

Afrika ve “Hayalet” Hominidler

Bu tür keşifler, türümüzün genetik tarihini aydınlatmaya yardımcı olurken, hâlâ birçok bilinmeyen mevcut. Örneğin, farklı insan türleri arasındaki gen akışının modern Afrika popülasyonlarının DNA’sını nasıl etkilediği hâlâ belirsizliğini koruyor. Bazı bilim insanları, bu gruplarda bilinmeyen bir “hayalet” hominidin genetik izlerinin bulunabileceğini düşünüyor.

Yine de araştırmacılar, “Son çalışmalar, modern insanlar, Neandertaller ve Denisovalılar arasındaki gen akışının tarihine dair yeni bilgiler sunmaya devam ediyor ve bu karışımın modern insanlarda önemli işlevsel, fenotipik ve evrimsel sonuçları olduğunu açıkça ortaya koyuyor” sonucuna varıyor.

Yazının Tamamı İçin Tıklayınız.

Karşılıklı Evrim (Koevolüsyon) Nedir? Vücudumuzdan Karşılıklı Evrim Örnekleri.

Karşılıklı evrim (koevolüsyon), iki veya daha fazla türün, birbirleriyle olan etkileşimleri sonucunda karşılıklı olarak evrimsel değişiklikler geçirdiği bir süreçtir. Bu süreç, bir türde meydana gelen değişimin diğer türün adaptasyonlarını tetiklediği dinamik bir döngüyü ifade eder. Özellikle, ortak yaşam (simbiyoz), av-avcı ilişkisi, parazit-konak etkileşimleri gibi türler arası ilişkilerde belirgin bir şekilde görülür.


Karşılıklı Evrim Türleri

  1. Avcı-Av İlişkisi:
    • Avcı türlerin avlarını yakalamak için daha iyi yetenekler geliştirmesi, av türlerinin de bu tehditlere karşı adaptasyonlar geliştirmesine neden olur. Örneğin, daha hızlı koşan bir av hayvanı, avcının daha hızlı koşma yeteneğini seçilim baskısı altında bırakır.
  2. Simbiyotik İlişkiler:
    • İki tür arasında karşılıklı faydaya dayalı ilişkiler, karşılıklı evrime yol açabilir. Örneğin, çiçeklerin tozlaşmasına yardımcı olan arılar ve bitkiler arasındaki ilişki.
  3. Parazit-Konak İlişkisi:
    • Parazitler, konak türlerini enfekte etmek için adaptasyonlar geliştirirken, konaklar da bu parazitlere karşı direnç kazanmak için evrimleşir.

Vücudumuzdan Karşılıklı Evrim Örnekleri

  1. Mikrobiyom ve İnsan Sağlığı:
    • İnsan bağırsaklarında yaşayan faydalı bakteriler, besinleri sindirmemize yardımcı olurken, biz de onlara yaşamak için uygun bir ortam sağlarız. Bu simbiyotik ilişki, bakterilerin ve bağırsağın karşılıklı evrimini sağlamıştır. Örneğin:
      • Laktobasiller, insanın süt ürünlerini sindirme yeteneğini artırır.
      • Bağırsak bakterileri, bağışıklık sistemimizin evriminde rol oynamıştır.
  2. Patojenler ve Bağışıklık Sistemi:
    • İnsan bağışıklık sistemi, enfeksiyonlara neden olan patojenlere (örneğin virüsler, bakteriler) karşı evrimleşirken, patojenler de bağışıklık sistemimizi aşmak için yeni stratejiler geliştirmiştir. Örnekler:
      • HIV virüsünün hızlı mutasyon kabiliyeti, bağışıklık sistemimizi sürekli uyum sağlamaya zorlar.
      • İnsanlarda antikor çeşitliliği ve patojenlerin antijen değişiklikleri bu karşılıklı evrim sürecinin bir parçasıdır.
  3. Anne ve Fetüs Arasındaki Evrimsel Çatışma:
    • Anne ve fetüs arasında besin paylaşımı konusunda bir denge vardır. Fetüs, anneden daha fazla besin almak için adaptasyonlar geliştirmiştir (örneğin, plasenta aracılığıyla). Ancak anne, kaynaklarını korumak için fetüse karşı savunma mekanizmaları geliştirmiştir.
  4. Parazitler ve Genetik Çeşitlilik:
    • Sıtma parazitine (Plasmodium falciparum) karşı korunmak için, insan popülasyonlarında orak hücreli anemi gibi genetik adaptasyonlar evrimleşmiştir. Bu da parazitlerin insan bağışıklık sistemini aşmak için yeni yollar geliştirmesine neden olmuştur.
  5. Sindirim Sistemimiz ve Beslenme:
    • İnsan sindirim sistemi, bazı gıdaları (örneğin nişasta veya laktoz) sindirebilmek için evrimsel değişiklikler geçirmiştir. Bu süreçte, mikroorganizmalarla simbiyotik ilişkilerimiz de evrimleşmiştir.

Koevolüsyonun Önemi

Karşılıklı evrim, türler arasındaki karmaşık ilişkileri anlamamıza yardımcı olur ve biyolojik çeşitliliğin nasıl oluştuğunu açıklar. İnsan vücudu, birçok mikroorganizma, patojen ve çevresel faktörle etkileşim halinde olduğu için koevolüsyonun çarpıcı örneklerini sergiler. Bu süreç, hem insan sağlığını hem de biyolojik uyum mekanizmalarını şekillendirmeye devam etmektedir.

Kaynak: Sıradışı bilim sitesinden edinilen bilgiler doğrultusunda yapay zeka da geliştirilmiş bir içeriktir.

Titanosaurlar: Keşfedilen En Büyük Dinozorlar!

Titanosaurlar dinozor dünyasının devleri olarak bilinir ve bugüne kadar keşfedilen en büyük kara hayvanları arasında yer alır. Bu devasa yaratıklar, Sauropod dinozor grubuna aittir ve yaklaşık 100 ila 66 milyon yıl önce (Kretase Dönemi) Dünya’da yaşamışlardır.

Titanosaurların Genel Özellikleri

  1. Boyut ve Ağırlık:
    • Titanosaurların boyu türlerine göre 10 ila 37 metre arasında değişir.
    • Ağırlıkları ise 20 ila 100 ton arasında olabilir. Bazı türlerin, neredeyse bir modern yolcu uçağı kadar ağır olduğu düşünülüyor!
  2. Vücut Yapısı:
    • Uzun boyunları ve kuyrukları, onları diğer sauropodlardan ayırır.
    • Gövdeleri geniş, bacakları ise direk şeklindedir, bu da devasa vücutlarını taşımalarına yardımcı olur.
  3. Beslenme:
    • Otoburdular ve ağaçların üst kısımlarındaki yapraklar gibi yükseklerdeki bitkilerle beslenirlerdi.
    • Günde yüzlerce kilogram bitki tüketebildikleri tahmin ediliyor.
  4. Koruma ve Savunma:
    • Büyük boyutları, doğal bir savunma mekanizmasıydı. Yetişkin bir titanosaura saldırabilen çok az yırtıcı hayvan vardı.

En Büyük Titanosaurlar

  1. Patagotitan mayorum:
    • Şu ana kadar keşfedilen en büyük titanosaurlardan biridir.
    • Boyu yaklaşık 37 metre, ağırlığı ise 70 ton civarındadır.
    • Fosilleri, Güney Amerika’da (Arjantin) bulunmuştur.
  2. Argentinosaurus:
    • Bir diğer devasa titanosaurlardan biri olan Argentinosaurus, boyu 30-35 metreye kadar ulaşan ve 60-70 ton ağırlığında olduğu düşünülen bir türdür.
  3. Dreadnoughtus:
    • İsmi, “hiçbir şeyden korkmayan” anlamına gelir. Yaklaşık 26 metre uzunluğunda ve 65 ton ağırlığındadır.

Keşifler ve Fosiller

Titanosaurların fosilleri genellikle Güney Amerika (özellikle Arjantin) ve Afrika gibi bölgelerde bulunur. Bu bölgeler, devasa otoburların yaşam alanı için uygun bir ekosisteme sahipti. Ancak devasa boyutlarına rağmen fosilleri oldukça nadirdir, çünkü bu kadar büyük kemiklerin zamanla korunması oldukça zordur.


Titanosaurların Evrimi ve Soyu

Titanosaurlar, Jura Dönemi’nde ortaya çıkan diğer sauropodlardan evrimleşmiş ve Kretase Dönemi’nde zirveye ulaşmıştır. Ancak Kretase’nin sonunda gerçekleşen kitlesel yok oluş olayında (yaklaşık 66 milyon yıl önce), diğer dinozorlarla birlikte titanosaurlar da yeryüzünden silinmiştir.


İnsanları Etkileyen Bir Miras

Titanosaurlar, büyüklükleriyle bilim insanlarını ve dinozor meraklılarını hayran bırakmaya devam ediyor. Onların keşfi, Dünya’nın geçmişindeki yaşam çeşitliliğini ve devasa boyutların evrimsel avantajlarını anlamamıza katkı sağlıyor. Özellikle Patagonya’da bulunan fosiller, bu yaratıkların gerçek boyutlarını kavramamızda büyük rol oynadı.

Bu devlerin hikayesi, evrimin sınırlarının ne kadar geniş olabileceğini bize gösteriyor! 🌍🦕

Kaynak: Görsel sıradışı bilim sitsesinden alınmış olup içerik yapay zeka çerçevesinde hazırlanmıştır.

Yeni Türler Nasıl Evrimleşir?

Yeni türlerin evrimleşmesi, biyolojide türleşme (speciation) olarak bilinir ve türlerin genetik, ekolojik ve davranışsal mekanizmalar aracılığıyla farklılaşması sürecini ifade eder. Türleşme, evrimin bir sonucudur ve genellikle popülasyonların zaman içinde izolasyon, adaptasyon ve genetik değişim gibi süreçlerden geçmesiyle gerçekleşir. İşte yeni türlerin evrimleşme yollarını açıklayan başlıca mekanizmalar:


1. Coğrafi İzolasyon (Allopatrik Türleşme)

  • Nasıl olur? Bir popülasyonun üyeleri, dağlar, nehirler veya okyanuslar gibi fiziksel engeller nedeniyle coğrafi olarak ayrılır.
  • Sonuç: Ayrı kalan gruplar farklı çevresel koşullara uyum sağlar ve genetik olarak farklılaşır. Bir süre sonra bu gruplar, birleşseler bile çiftleşip verimli yavru üretemeyecek kadar farklı hale gelir.
  • Örnek: Darwin’in ispinozları, Galapagos Adaları’ndaki farklı adalara yayılarak yeni türlere dönüşmüştür.

2. Ekolojik İzolasyon (Parapatrik Türleşme)

  • Nasıl olur? Popülasyonun bir kısmı, yeni bir ekolojik niş veya çevreye adapte olurken, geri kalanlar farklı bir nişte kalır.
  • Sonuç: Farklı çevresel baskılar ve doğal seçilim süreçleri, iki grup arasında genetik farklılaşmayı artırır.
  • Örnek: Ağır metallerle kirlenmiş topraklarda yaşayan bazı bitki türleri, normal topraklardaki türlerden ayrılarak evrimleşmiştir.

3. Davranışsal veya Zamanlama Farkları (Sempatrik Türleşme)

  • Nasıl olur? Aynı coğrafi bölgede yaşayan bireyler arasında çiftleşme tercihleri, beslenme alışkanlıkları veya üreme zamanlaması gibi farklar ortaya çıkar.
  • Sonuç: Aynı ortamda farklı genetik gruplar oluşur ve bu gruplar birbirlerinden izole olur.
  • Örnek: Bazı meyve sineği türleri, farklı meyve ağaçlarında üreyerek zamanla yeni türlere dönüşmüştür.

4. Poliploidi ve Anında Türleşme

  • Nasıl olur? Özellikle bitkilerde, kromozom sayısındaki ani değişimler (örneğin poliploidi) nedeniyle bireyler, atalarıyla üreyemez hale gelir.
  • Sonuç: Yeni bir tür, neredeyse anında ortaya çıkar.
  • Örnek: Tarım bitkilerinin birçoğu (örneğin buğday) poliploidi yoluyla türleşmiştir.

5. Genetik Sürüklenme ve İzolasyon

  • Nasıl olur? Küçük popülasyonlarda, genetik sürüklenme adı verilen rastgele genetik değişimler, grupları zamanla farklılaştırabilir.
  • Sonuç: Eğer genetik sürüklenme ile genetik farklılaşma artarsa, türleşme gerçekleşebilir.
  • Örnek: Adalarda izole kalan küçük hayvan gruplarında yaygın olarak gözlemlenir.

Türleşmenin Ön Koşulları

  1. Genetik Çeşitlilik: Türleşmenin temel taşıdır; popülasyonlar arasında genetik farklılıklar olmalıdır.
  2. Üreme İzolasyonu: Yeni türlerin ortaya çıkması için bireylerin farklı gruplar arasında çiftleşmesi engellenmelidir.
  3. Seçilim Baskıları: Farklı çevresel ve ekolojik baskılar, gruplar arasında adaptasyon farklılıkları yaratır.

Bu süreçler milyonlarca yıl alabilir veya bazı durumlarda, özellikle çevresel değişimlerin hızlı olduğu yerlerde çok daha kısa sürede gerçekleşebilir. Türleşme, biyolojik çeşitliliğin temel mekanizmasıdır ve doğadaki inanılmaz tür zenginliğinin açıklayıcı faktörüdür.

Kaynak: Görsel sıradışı bilim sitesine ait olup yazı yapay zeka çerçevesinde hazırlanmıştır.

‘Genetik zaman makinesi’ karmaşık şempanze kültürlerini ortaya çıkarıyor…

Son yıllarda bilim insanları şempanzelerin de insanlar gibi alet kullanımı gibi karmaşık kültürleri nesilden nesile aktardığını açıkça gösterdi. Ancak insan kültürü, yeni gelişmeler dahil edildikçe Taş Devri’nden Uzay Çağı’na kadar çok daha karmaşık hale geldi. Şempanze kültürleri aynı şekilde değişmedi, bu da yalnızca insanların zaman içinde daha karmaşık kültürler inşa etme konusunda dikkate değer bir yeteneğe sahip olduğunu gösteriyor. Ancak vahşi doğada şempanzeleri inceleyen bilim insanları buna itiraz ederek, şempanzelerin gizli yiyecek kaynaklarını çıkarmak için birden fazla aleti sırayla kullandıkları en karmaşık teknolojilerinin muhtemelen zaman içinde edinilen önceki bilgilere dayanarak geliştirildiğini öne sürüyorlar.

Zürih Üniversitesi tarafından yürütülen yeni, çok disiplinli bir çalışma, en gelişmiş davranışlarından bazılarının nesiller boyunca aktarılmış ve geliştirilmiş olabileceğini öne sürüyor. Ekibin bu konudaki makalesi Science dergisinde yayınlanmıştır .

Genetik bağların izlenmesi

Zürih Üniversitesi Evrimsel Antropoloji Bölümü’nden baş yazar Cassandra Gunasekaram, “Çubuklar ve saplar gibi şempanze aletlerinin çoğu dayanıksız olduğundan, tekerleğin veya bilgisayar teknolojisinin evrimi gibi insan vakalarının aksine, bu hipotezi doğrulayacak tarihlerine dair çok az kayıt bulunmaktadır” diyor.

Yeni araştırma için, Zürih, St. Andrews, Barselona, ​​Cambridge, Konstanz ve Viyana’daki üniversite ve araştırma kurumlarından antropologlar, primatologlar, fizikçiler ve genetikçilerden oluşan bir ekip, binlerce yıl boyunca şempanze popülasyonları arasındaki genetik bağlantıları izlemek için güçlerini birleştirdi ve genetikteki yeni keşifleri kullanarak şempanze kültürel tarihinin temel parçalarını daha önce hiç hayal edilmemiş şekillerde ortaya çıkardı.

Kümülatif kültürün erken aşamaları

Yazarlar, Afrika’daki toplam 35 şempanze çalışma sahasından, genetik benzerliğin belirteçleri (farklı şempanze grupları arasındaki bağlantıların genetik kanıtı) ve daha önce kültürel olarak öğrenildiği bildirilen bir dizi yiyecek arama davranışı hakkında bilgi topladılar. Bu davranışları, hiçbir alet gerektirmeyenler; bir ağaç deliğinden su almak için yaprak süngeri kullanmak gibi basit aletler gerektirenler; ve bir alet setine dayanan en karmaşık davranışlar olarak gruplandırdılar.

Nesiller boyunca araç setlerinin değişimi

“Böyle bir araç takımına örnek olarak, Kongo bölgesindeki şempanzeler önce sert toprakta derin bir tünel kazmak için güçlü bir çubuk kullanırlar ve yeraltı termit yuvasına ulaşırlar,” diye açıklıyor Gunasekaram. “Daha sonra, dişlerinin arasından uzun bir bitki sapı çekerek fırça benzeri bir uç oluşturarak bir ‘balık tutma’ sondajı yaparlar, bunu bir noktaya bastırırlar ve yaptıkları tünel boyunca ustaca geçirirler. Daha sonra onu çekip çıkarırlar ve onu ısıran savunmacı termitleri kemirirler.”

“Şaşırtıcı bir şekilde, şempanze teknolojilerinin en karmaşık olanlarının, yani tüm ‘araç setlerinin’ kullanımının, artık uzak popülasyonlar arasında en güçlü şekilde bağlantılı olduğunu keşfettik,” diyor UZH’de evrimsel antropoloji profesörü olan ilgili yazar Andrea Migliano. “Bu, bu daha gelişmiş teknolojilerin nadiren icat edilmesi ve yeniden icat edilme olasılığının daha düşük olması ve bu nedenle gruplar arasında aktarılmış olma olasılığının daha yüksek olması durumunda tam olarak tahmin edilecek şeydi.”

Kaynak ve devamına Buradan ulaşabilirsin.

Ateşin Kontrolü İnsanın Evrimine Nasıl Yön Verdi?

Ateşin insan evrimine olan etkisini ve onun tarihçesini açıklayalım:

Ateş, insanlık tarihinin en kritik buluşlarından biridir ve hem biyolojik hem de kültürel evrim üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştur. Ateşi kontrol altına alma becerisi, insanın çevresiyle olan ilişkisini kökten değiştirdi ve onu diğer canlılardan ayıran önemli bir dönüm noktası oldu.

Ateşin İlk Ortaya Çıkışı

Belirttiğiniz gibi, ateşin en eski kanıtları, yaklaşık 476 milyon yıl öncesine, Orta Ordovisyen Dönemi’ne dayanır. Bu dönemde karasal bitkiler atmosfere oksijen salmaya başlamıştı ve bu, doğal yangınların oluşmasına olanak sağladı. Ancak bu yangınlar, elbette insanlık tarihinden çok önce gerçekleşmiş doğal olaylardı.

İnsanın ateşi kontrollü bir şekilde kullanmaya başlaması ise çok daha sonra gerçekleşti. Arkeolojik bulgular, ateşin Homo erectus gibi erken insan türleri tarafından yaklaşık 1,5 milyon yıl önce kullanılmaya başlandığını gösteriyor. Bununla birlikte, ateşi sistematik bir şekilde kullanmanın izleri daha çok 400 bin yıl öncesine aittir.

Ateşin İnsan Evrimine Etkileri

  1. Beslenme ve Beyin Gelişimi:
    • Ateş sayesinde yemek pişirmek mümkün oldu. Pişirme işlemi, yiyeceklerin sindirilebilirliğini artırdı, daha fazla enerji sağladı ve zararlı patojenleri yok etti.
    • Bu enerji artışı, insan beyninin büyümesine katkıda bulundu. Özellikle Homo erectus ve Homo sapiens gibi türlerin beyin hacminde görülen artış, beslenme biçimindeki bu değişimle ilişkilendirilir.
  2. Sosyal Yapı:
    • Ateş etrafında toplanma, iletişimin ve sosyal etkileşimlerin artmasına olanak sağladı. İnsanlar, ateşin çevresinde yemek yiyip vakit geçirerek topluluk bağlarını güçlendirdi.
    • Bu ortamda dilin evrimine katkıda bulunmuş olabileceği düşünülür, çünkü insanlar bir araya gelip hikaye anlatma veya işbirliği yapma fırsatı buldu.
  3. Koruma ve Yerleşim:
    • Ateş, gece tehlikelerden korunmayı sağladı. Vahşi hayvanları uzaklaştırarak güvenlik sağladı ve insanların geceyi daha güvenli bir şekilde geçirmesine olanak tanıdı.
    • Ayrıca, soğuk bölgelerde hayatta kalmayı mümkün kılarak insanın dünyanın farklı yerlerine yayılmasını kolaylaştırdı.
  4. Teknolojik Gelişmeler:
    • Ateş, taş aletlerin üretiminden seramik yapımına, metal eritmeden günlük yaşamda ısınmaya kadar birçok alanda teknolojik ilerlemelerin temelini oluşturdu.
    • İnsanın çevresini değiştirme kapasitesini artırarak tarım ve yerleşik hayata geçişin de öncüsü oldu.

Sonuç

Ateş, insanın biyolojik evriminde daha büyük beyinlerin gelişimi için enerji kaynağı sağlarken, kültürel evrimde de toplulukları güçlendiren, yeni teknolojilerin temelini atan ve insanı çevresi üzerinde daha fazla söz sahibi yapan bir araç haline geldi. Ateşin kontrolü, insanın yeryüzündeki baskın tür haline gelmesinin en önemli kilometre taşlarından biri olmuştur.

Kaynak: Sırdışı bilim sitesinden alınan bilgi yapay zeka ile desteklenmiştir.

Yeni fosil, uçan sürüngenlerin evrimini ortaya koyuyor…

Tam örnek, pterozorların erken formlardan sonraki devlere nasıl dönüştüğünü gösteriyor

Pterozorlar, yakın akrabaları olan dinozorların yanında yaşamış soyu tükenmiş uçan sürüngenlerdir. Bunların en büyüğü kanat açıklığında 10 m’ye ulaşıyordu ancak erken formlar genellikle 2 m civarında sınırlıydı. Bugün yayınlanan yeni bir makalede, Londra Queen Mary Üniversitesi’nden paleontolog Dr. David Hone liderliğindeki bir ekip,  Current Biology dergisinde yayımlanan makalede  bu önemli geçişi açıklamaya yardımcı olan yeni bir pterozor türü tanımlanıyor.

Hayvana  ‘Bavyera’dan kılıç kuyruğu’ anlamına gelen Skiphosoura bavarica adını verdiler  çünkü güney Almanya’dan geliyor ve çok alışılmadık kısa, ancak sert ve sivri bir kuyruğu var. Örnek neredeyse her bir kemiği korunmuş olarak tamamlanmış ve alışılmadık bir şekilde, çoğu pterosaurun ezilmiş bir şekilde düzleştirildiği üç boyutlu olarak korunmuş. Hayattayken kanat açıklığı, altın kartal gibi büyük kuşlarınkine benzer şekilde yaklaşık 2 m olurdu.

İki yüz yıl boyunca paleontologlar pterosaurları iki ana gruba ayırdılar, erken pterodaktiloid olmayanlar ve daha sonraki ve çok daha büyük pterodaktiloidler. Erken pterosaurların kısa boyunlarında kısa kafaları, kanat bileğinde kısa bir kemiği, ayakta uzun bir 5. parmağı ve uzun kuyrukları vardı ve pterodaktiloidlerin tam tersi vardı: uzun boyunlarında büyük kafaları, uzun bir bilekleri, kısa 5. parmağı ve kısa kuyrukları. Ancak bu gruplar arasında vücutlarının hangi kısımlarının değiştiği bilinmiyordu.

2010’larda, darwinopterans adı verilen bir dizi ara tür bulundu ve bunlar baş ve boynun vücudun geri kalanından önce değiştiğini ortaya koydu. Bu, evrimsel bir boşluğu kapatan bir ara türün harika bir örneğiydi. Ancak bu aynı zamanda bu değişikliklerden önce veya sonra ne olduğunu gerçekten bilmediğimiz anlamına geliyordu.

Skiphosoura  bu değişiklikleri ortaya koyuyor. Evrimsel olarak bu erken dönem darwinopteranları ve pterodaktiloidler arasında yer alıyor. Çok pterodaktiloid benzeri bir baş ve boyun koruyor, ancak daha uzun bir bilek ve daha erken dönem darwinopteranlarından daha kısa bir ayak parmağı ve kuyruk gösteriyor, ancak bunlar pterodaktiloidlerde görülenler kadar aşırı değil. Çalışmayla birlikte pterozorlar için evrimsel aile ağacının yeni bir yeniden inşası da geliyor. Skiphosoura’nın ara pozisyonunu göstermesine ek olarak  , bir İskoç pterozoru olan Dearc’ın erken dönem pterozorları ve ilk darwinopteranlar arasındaki ayna pozisyonuna uyduğunu da gösteriyor.

Başka bir deyişle, artık erken pterozorlardan Dearc’a, ilk darwinopteranlardan Skiphosoura’ya  , pterodaktiloidlere kadar tam bir evrim dizisine sahibiz. Her örnek tam olmasa da, artık baş ve boyundaki büyümeyi, uzayan bileği, küçülen ayak parmağı ve kuyruğu ve diğer özellikleri birden fazla grupta adım adım izleyebiliyoruz. Bu, daha önce geçişin çok da net olmadığı bir grubun evriminin mükemmel bir örneği.

Hem Dearc hem de  Skiphosoura,  kendi dönemlerine göre alışılmadık derecede büyükler; bu da pterodaktiloların muazzam boyutlara ulaşmasını sağlayan değişimlerin bu geçiş türlerinde de ortaya çıktığını gösteriyor.

Londra Queen Mary Üniversitesi’nden Dr. David Hone şunları söyledi: “Bu inanılmaz bir buluş. Bu inanılmaz uçan hayvanların nasıl yaşadığını ve evrimleştiğini bir araya getirmemize gerçekten yardımcı oluyor. Umarım bu çalışma gelecekte bu önemli evrimsel geçiş üzerine daha fazla çalışmanın temeli olur.”

Wisconsin-Maddison Üniversitesi’nden Adam Fitch şunları söyledi: “Pterosaurlar uzun zamandır geçmişin eşsiz yaşamının sembolleri olmuştur.  Skiphosoura,  pterosaur evrimsel ilişkilerini ve dolayısıyla bu soyun nasıl ortaya çıktığını ve değiştiğini anlamak için önemli bir yeni formu temsil ediyor.”

Lauer Vakfı’ndan René Lauer şunları söyledi: “Numune, genellikle üst üste bindirilmiş farklı kalitede kemiklerle eklemlerinden ayrılmıştı. Hem görünür hem de UV ışıkta çekilen numunenin dijital fotoğrafları, bu unsurları belirleme ve normal gün ışığında tek başına fark edilemeyen daha ince ayrıntıları daha iyi analiz etme sürecinde önemli ölçüde yardımcı oldu” ve Lauer Vakfı’ndan Bruce Lauer şunları söyledi: “Lauer Vakfı, bu önemli numuneyi bilime sunma ve pterozor evriminin anlaşılmasını ilerletme fırsatına sahip olmaktan gurur duyuyor”.

Örneği hazırlayan proje yazarı Stefan Selzer şunları söyledi: “Bir hazırlayıcı olarak Solnhofen kireçtaşından 60’tan fazla pterosaur örneği üzerinde çalıştım. Son hazırlık sırasında bu örneğin, en önemli tanı özelliği olarak kısaltılmış kuyruk olmak üzere, her iki büyük pterosaur grubunun özelliklerini birleştiren özellikler gösterdiğini fark ettim.”

Kaynak ve devamına Buradan ulaşabilirsin.

Deri Rengi Genlerinin Keşfi, Irklara Dair Eski Kavramları Çürütüyor!

Deri rengi, tarih boyunca yanlış bir şekilde insan “ırklarını” sınıflandırmak için kullanılan bir ölçüt olmuştur. Ancak son yıllarda yapılan genetik çalışmalar, bu kavramların bilimsel olarak geçersiz olduğunu ve insan biyolojisinin düşündüğümüzden çok daha karmaşık olduğunu göstermiştir. Pennsylvania Üniversitesi’nden genetikçi Sarah A. Tishkoff ve ekibi tarafından yapılan çalışmalar, deri rengini belirleyen genetik faktörlerin aslında ırklar arasında net bir sınır çizmediğini ortaya koyuyor.


1. Deri Renginin Genetik Temeli

Deri rengi, esas olarak melanin adı verilen pigmentin miktarı ve türü ile belirlenir. Melanin üretimi ise birden fazla genin etkileşimine bağlıdır.

  • Tishkoff’un çalışmaları, Afrika popülasyonları arasında bile deri rengini etkileyen büyük genetik çeşitlilik olduğunu göstermiştir.
  • Örneğin, SLC24A5, MFSD12, TYRP1, ve OCA2 gibi genler, deri renginde önemli rol oynar. Bu genlerin varyasyonları, hem açık hem de koyu cilt tonlarına katkıda bulunur ve bu varyasyonlar sadece bir kıtayla sınırlı değildir.

2. Irk Kavramını Çürüten Bulgular

  • Çalışmalar, açık veya koyu deri tonuna neden olan genetik varyasyonların, Afrika, Avrupa, Asya ve Amerika kıtaları arasında paylaşıldığını göstermiştir.
  • Özellikle Afrika’da, hem açık hem de koyu ten rengine neden olan genetik çeşitlilik mevcuttur. Bu durum, “koyu tenli olanlar yalnızca Afrika kökenlidir” veya “açık tenliler yalnızca Avrupalıdır” gibi yanlış anlayışları çürütür.

3. Deri Rengi ve Evrim

  • Deri rengi, büyük ölçüde çevresel faktörlere adaptasyon sonucunda evrimleşmiştir. Daha yüksek enlemlerde yaşayan popülasyonlar, D vitamini sentezi için açık ten geliştirmiştir, çünkü güneş ışığı daha azdır.
  • Daha düşük enlemlerde yaşayan popülasyonlar ise ciltlerini ultraviyole radyasyondan korumak için koyu tene sahip olmuştur. Bu, tamamen adaptasyonla ilgilidir ve “ırksal” bir anlam taşımaz.

4. Irk Kavramının Bilimsel Geçersizliği

  • Genetik farklılıklar, insan popülasyonlarının genelde yüzde 85’inin bireyler arasında, yüzde 15’inin ise gruplar arasında olduğunu gösteriyor. Yani, insanlar arasındaki genetik farklılıklar büyük ölçüde bireyseldir, ırksal gruplar arasında değil.
  • Deri rengi gibi dış görünüşe dayalı özellikler, genetik olarak insanın biyolojik yapısını sınıflandırmak için yeterli değildir.

5. Toplumsal Mesaj

Sarah A. Tishkoff’un çalışması, deri renginin ve genetik çeşitliliğin evrimsel bir süreç olduğunu vurgulayarak, ırkçılığın temellerini sorguluyor. Deri rengini belirleyen genetik yapıların, insanları birbirinden ayıran “keskin sınırlar” yaratmadığını göstermek, ırk kavramının bilimsel anlamda geçersiz olduğunu bir kez daha doğruluyor.


Sonuç

Deri rengi gibi görünür özellikler, insanları kategorize etmek için yüzeysel bir kriterdir. Genetik bilim, tüm insanlığın ortak bir geçmişi paylaştığını ve “ırk” kavramının biyolojik olarak anlam taşımadığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu tür bulgular, ırkçılığın bilimsel temellerini çürütürken, insanları birbirine bağlayan ortak biyolojik temelleri vurgulamaktadır.

70 milyon yıllık sırrı aydınlatabilecek bir kuş fosili bulundu

Brezilya’da keşfedilen bir fosil, bugünkü kuşların beyninin nasıl evrildiğiyle ilgili tüm bildiklerimizi yenileyebilir.

Cambridge Üniversitesi ve Los Angeles Doğa Tarihi Müzesi öncülüğündeki araştırmada bilim insanları, sığırcık kuşuna yakın büyüklüğündeki bir kuş fosilini inceledi.

İncelenen fosil, dinozorların da yaşadığı Mezozoik Çağ’a aitti.

Bilim insanları, fosil üzerinden kuşun beyin yapısını dijital olarak yeniden tasarlamayı başardı ve bugünkü kuş beyninin evrimsel geçmişi incelendi.

Araştırmayı yapan ekipten Dr. Guillermo Navalon, fosilin kafatası kısmının neredeyse hiç bozulmadan korunduğuna dikkat çekiyor.

Navalon hayranlık duyduğunu söylediği fosil üzerindeki incelemenin bugünkü kuşların anatomisini anlamamıza yardımcı olacağını kaydetti.

Navaornis adı verilen kuş, yaklaşık 80 milyon yıl önce, bugünkü Brezilya sınırları içerisinde yaşadı.

Bu dönemden hemen sonra tüm uçamayan dinozorların yeryüzünden yok olduğu biliniyor.

Kuşların beyninin evrimsel olarak nasıl geliştiğiyle ilgili bilgiler, 70 milyon yıllık bir boşluk içeriyor.

150 milyon yıl önce yaşayan ve ilk kuş türü olduğu düşünülen Arkeopteriks ile bugünkü kuşlar arasındaki halkalar henüz gizemini koruyor.

Navaornis’in beyninin Arkeopteriks’e göre daha büyük bir serebruma (sinir sistemi bölümü) sahip olduğu tespit edildi. Bu nedenle daha gelişmiş bilişsel kapasiteye sahip olduğu tahmin ediliyor.

Ancak bugünkü kuşlarla karşılaştırıldığında beyninin birçok bölgesi daha az gelişmiş görünüyor.

Yani Navaornis’in uçuşunu sağlayan mekanizmalar, bugünkü kuşlardan daha zayıf.

Dr. Navalon, “Kayıp parçanın zincire muhteşem şekilde uyduğu örneklerden birisini yaşıyoruz. İlk gördüğümde bu nedenle hayranlık duydum” diyor.

Cambridge Üniversitesi’nden Prof. Daniel Field de çalışmanın öncülerinden.

Field, günümüz karga ya da papağanlarının, çok gelişmiş bilişsel yetilere sahip olduğuna işaret ediyor.

Bilim insanlarının bu kuşların beyinlerinin nasıl bu kadar geliştiğini anlamakta zorlandığını dile getiriyor ve devam ediyor:

“Araştırmacılar tam da böyle bir fosilin bulunmasını bekliyordu. Bu tek bir fosil olabilir ancak kuşların beyninin evriminde yapbozun kayıp parçası olduğu kesin.”

Dr. Luis Chiappe ise bu yeni bulgunun, dinozorların tepesinde uçuşan bazı kuşların 80 milyon önce de bugünkü kafatası geometrisine sahip olduğunu ortaya çıkardığını kaydediyor.

Kaynak: Ana Kaynak için Tıklayın

EVRİM: FİLİPİN KARTALI

Nesli tükenmekte olan bu Filipin kartalı yavrusu, daha sadece bir haftalık, yetkililer onu vahşi yaşama hazırlamak ve adapte olması için anne kartala benzeyen bir el kuklası le besliyorlar

Kaynak: Sıradışı bilim sitesi