Kan Vermeden Değerlerinizi Ölçmenin Bir Yolu Olsa Nasıl Olurdu? için yorumlar kapalıBİLİM, sağlık
Besin değerlerimiz, kan değerlerimiz, vücudumuzdaki vitaminler her an değişiyor. Bu değişimler sağlığımızı olumlu veya olumsuz etkileyebiliyor. Dilediğimiz zaman bu değerleri kontrol edebilmek hayatımıza büyük bir kolaylık sağlamaz mıydı?
Kuzey Amerika’daki araştırmacılar; giyilebilen elektrokimyasal bir biyosensör geliştirdi. Canlıların etraflarındaki değişimlere gösterdikleri adaptasyondan ilham alınarak geliştirilen biyosensör; istirahat ederken, egzersiz sırasında, terli olduğumuz zamanlarda vücudumuzdaki tüm amino asitler ve vitaminler dahil olmak üzere çok sayıda bileşeni ve besin değerlerimizi sürekli olarak algılayabiliyor. Vücudumuzun en küçük yapı taşı olan amino asidi bile ölçebilen bu biyosensörler besin değerlerimiz, kan değerlerimiz ve vücudumuzdaki vitaminlerin değişimini saptayıp bize bildiriyor.
İnsan Hücrelerini Kullanarak Kulak Dokusu Elde Edilebilir Mi? için yorumlar kapalıBİLİM, teknoloji
Vücudumuzdaki lekelerden ve yara izlerinden hiç kurtulmak istediniz mi?
Yanıkları ya da bazı organlarda oluşan doku hasarlarını yapay dokular elde ederek giderebilir miyiz?
Bu soruların cevabı rejeneratif tıpta bulunmaktadır. Rejeneratif tıp, hasarlı dokuları onarabilecek ya da hasarlı dokuların yerine geçebilecek canlı dokuların genellikle hücre tedavileri yoluyla elde edildiği tıp alanıdır.
Nanosensörler Kalp Krizini Tespit Edebilir Mi? için yorumlar kapalıBİLİM, sağlık
Ülkemizde her yıl 200 bin kişinin hayatını kaybetmesine sebep olan kalp krizi, kalbi besleyen atardamarlarda yaşanan ani tıkanma sonucu kalp kasının yeterli seviyede oksijen alamaması ve buna bağlı olarak kalp dokusunda hasar meydana gelmesidir. Peki kalp krizini gerçekleşmeden önce algılayabilen cihazlar üretilebilir mi?
San Diego merkezli Scripps Health’te çalışan bilim insanları tam olarak bu cihazlar üzerinde çalışmaktadır. Ürettikleri teknoloji sayesinde kan akışında bulunan küçük nanosensör çipleri kalp krizinin öncüllerini algılayabilmektedir. Vücuduna bu çiplerden yerleştirilmiş bir kişi akıllı telefonuna veya başka bir kablosuz cihaza hemen bir uzmana görülmesi gerektiği konusunda bir uyarı alabilir.
Kahve ya da Çay Tercihimizi Genler mi Belirler? için yorumlar kapalıBİLİM
Güzel bir yemek sonrası ya da yorucu bir günün sonunda içmek istediğiniz içecek kahve mi olur çay mı? Bu soruya verdiğimiz yanıt bu içeceklerdeki acı tadı nasıl aldığımıza etki eden genlerle ilişkilidir. Çay ve kahvenin acı bir tadı vardır çünkü ikisi de acı tada sahip olan kafein molekülü içerir. Kinin, acı tat veren diğer bir moleküldür ve kahvede kafeine ek olarak kinin de bulunur. Bilim insanlarının yaptığı güncel bir çalışmada kafein, kinin ve acı aromaya sahip yapay bir molekül olan propiltuourasil (PROP) moleküllerinin algılanmasını sağlayan acı tat reseptörlerini belirlediler. PROP, Brüksel lahanasında bulunan acı tatla aynı tada sahiptir.
Korkunç Parazit, Peygamberdevelerinin Zihnini Kontrol Etmek İçin Genlerini Çalıyor için yorumlar kapalıBİLİM, GENETİK
Yengeç, böcek, hamamböceği veya peygamber devesi gibi bir eklembacaklıysanız, at kılı solucanları en büyük kabusunuzdur. Nematomorpha şubesine ait olan bu parazitik omurgasızlar, 2 metre uzunluğa kadar uzayabiliyor ve başta tatlı su ortamları olmak üzere dünyanın her yerinde konakçı bulabilirler. Daha önce bir peygamberdevesinden çıkan uzun siyah solucana benzeyen bir canlıya çeşitli videolarda rastlamış olabilirsiniz. Asalak ya da parazitler, bir canlıya bağımlı olarak yaşayabilen ve üzerinde veya içinde yaşadığı canlıya zarar verebilen organizmalardır. Bu solucan benzeri canlı da bir parazittir.
Dikkat Mikrobiyatanız Öldükten Sonra Sizi Yiyor! için yorumlar kapalıBİLİM
Her insan vücudu, sağlık için önemli olan trilyonlarca mikroorganizma topluluğunu içerir. Bu mikroorganizmalar, yiyecekleri sindirmenize, temel vitaminleri üretmenize, enfeksiyonlardan korunmanıza ve diğer birçok önemli işlevi yerine getirmenize yardımcı olur. Buna karşılık, bu mikroorganizmalar çoğunlukla bağırsaklarınızda, sabit bir yiyecek kaynağı ve sıcak bir ortamda yaşarlar. Peki siz öldükten sonra bu bağırsak mikroorganizmalarına ne oluyor?
Çürüyen Bedendeki Canlılar: Nekrobiyom Nedir?
Ölüm sonrası vücudun parçalanmasıyla mikroplarınız çevreye saçıldığında, gerçek dünyada hayatta kalamadığı bilinmekteydi. Ancak nekrobiyomu (çürüyen bir bedenin içinde, üzerinde ve çevresinde yaşayan mikroplar) inceleyen bir çevre mikrobiyoloğu ve ekibi yakın zamanda yayınlanan araştırmalarında mikroplarınızın siz öldükten sonra yaşamaya devam ettiğine dair kanıtlar paylaştı. Aynı zamanda bu kanıtlar yeni yaşamın gelişebilmesi için vücudun geri dönüştürülmesinde de önemli bir rol oynadığından söz ediyor.
Ölümden Sonra Mikrobiyal Yaşam Nasıldır?
Öldüğünüzde kalbiniz vücudunuza oksijen taşıyan kanın dolaşımını durdurur. Oksijenden mahrum kalan hücreler, otoliz adı verilen bir süreçle kendilerini sindirmeye başlar. Normalde enerji veya büyüme için karbonhidratları, proteinleri ve yağları kontrollü bir şekilde sindiren bu hücrelerdeki enzimler, hücreleri oluşturan zarlar, proteinler, DNA ve diğer bileşenleri parçalamaya başlar.
Bu hücresel parçalanmanın ürünleri, bakterileriniz için mükemmel besindir ve eğer onları kontrol altında tutacak bağışıklık sisteminiz ve sindirim sisteminizden gelen düzenli bir besin kaynağı olmazsa, bakteriler bu yeni besin kaynağına yönelirler.
Bağırsak bakterileri ve özellikle Clostridia adı verilen bir bakteri sınıfı, organlarınıza yayılır ve çürüme adı verilen süreçte sizi içten dışa doğru sindirir. Vücutta oksijen olmadığında anaerobik bakteriler, fermantasyon gibi oksijen gerektirmeyen enerji üretimine ihtiyaç duyar. Bu durum, çürüme sırasında belirgin kokulu gaz ile kendini belli eder.
Mikroplar ölmekte olan bedene uyum sağlamanın çeşitli yollarını geliştirmişlerdir. Batan bir gemideki fareler gibi, bakterileriniz de yakında konakçılarını terk etmek zorunda kalacak ve kolonileşecek yeni bir konakçı bulana kadar dünyada hayatta kalmaya çalışacaktır. Vücudunuzdaki karbon ve besinlerden faydalanmak onların sayılarının artmasını sağlamaktadır. Daha büyük bir nüfus, en azından birkaçının daha zorlu ortamda hayatta kalma ve başarılı bir şekilde yeni bir beden bulma olasılığının daha yüksek olduğu anlamına gelir.
Toprağa Gömülen Bedene Ne Olur?
Eğer toprağa gömülüyseniz, vücudunuz parçalandıkça mikroplarınız çürüme sıvısıyla birlikte toprağa akar. Tamamen yeni bir ortama girerler ve toprakta tamamen yeni bir mikrobiyal toplulukla karşılaşırlar.
İki farklı mikrobiyal topluluğun karışmasında popülasyonun yani yaşayan bakteri sayısının büyüklüğü; orada hangi topluluğun hakim olduğu ve hangi mikropların aktif olduğu, mikropların ne kadar çevresel değişim yaşadığı ve oraya ilk kimin geldiği gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Mikroplarınız, vücudunuzun içindeki sabit ve sıcak ortama uyum sağlayarak, sürekli yiyecek alırlar. Buna karşılık, toprak yaşamak için özellikle zorlu bir yerdir. Örneğin, kimyasal ve fiziksel değişimlerine ve sıcaklık, nem ve besin maddelerinde büyük dalgalanmalara sahip oldukça değişken bir ortamdır. Dahası, toprak hali hazırda, bu çevreye iyi adapte olmuş ve muhtemelen yeni gelenlere üstünlük sağlayacak ayrıştırıcılarla dolu olağanüstü çeşitliliğe sahip bir mikrobiyal topluluğa da ev sahipliği yapmaktadır.
Mikrobiyatanız Siz Ölseniz Bile Yaşıyor!
Mikroplarınızın vücudunuzun dışına çıktıklarında öleceklerini varsaymak kolaydır. Ancak bu konu üzerinde çalışan araştırma ekibi, vücut ile ilişkili mikropların DNA imzalarının, çürüyen bir bedenin altındaki toprakta, toprak yüzeyinde ve mezarlarda, vücudun yumuşak dokuları ayrıştıktan aylar veya yıllar sonra bile tespit edilebileceğini göstermiştir. Bu durum, bu mikropların hâlâ canlı ve aktif olup olmadığı, yoksa yalnızca uyku halinde olup yaşam sağlayacağı yeni bir konağı mı beklediği sorusunu gündeme getirmiştir.
Yapılan araştırmalar, mikroplarınızın yalnızca toprakta yaşamakla kalmayıp aynı zamanda vücudunuzun ayrışmasına yardımcı olmak için doğal toprak mikroplarıyla işbirliği yaptığını da göstermektedir. Laboratuvarda, toprağın ve konakçıyla ilişkili mikroplarla dolu çürüme sıvılarının karıştırılmasının, çürüme oranlarını arttırdığını göstermiştir.
Ayrıca konakçıyla ilişkili mikropların nitrojen döngüsünü arttırdığı da bulunmuştur. Azot yaşam için gerekli bir besindir, ancak Dünya’daki nitrojenin çoğu, organizmaların kullanamadığı atmosferik gaz halinde bulunur. Ayrıştırıcılar, proteinler gibi nitrojenin organik formlarının, mikropların ve bitkilerin kullanabileceği amonyum ve nitrat gibi inorganik formlara dönüştürülmesinde kritik bir rol oynar.
Bu araştırmadaki yeni bulgular, mikroplarımızın, proteinler ve nükleik asitler gibi nitrojen içeren büyük molekülleri amonyuma dönüştürerek, bu geri dönüşüm sürecinde muhtemelen rol oynadığını göstermektedir. Topraktaki nitrifikasyon bakterileri daha sonra amonyumu nitrata dönüştürebilmektedir.
Biyolojik Bilgisayar (Biocomputers) Nedir? için yorumlar kapalıBİLİM, teknoloji
Hücrelerinizin ya da iç organlarınızın metabolizmasını kontrol edebildiğinizi hayal edin. Bahar alerjisi veya gıda intoleransı gibi kontrol dışı gelişen rahatsızlıkları ve hatta diyabet gibi kronik hastalıkları bile mevcut ilaç ve tedavi yöntemlerinden daha hızlı ve etkili olarak hayatımızdan çıkarabilmek yaşam kalitemizi oldukça iyileştirirdi, öyle değil mi?
Kulağa imkânsız gelse bile “Biyobilgisayarlar” ile bütün bunları ve daha fazlasını yapabilmek gelecekte mümkün olabilir. Günümüz bilgisayarlarından daha farklı temeller üzerine oluşturulmuş biyobilgisayarlar gelecekteki tedavi ve terapi yöntemlerine kullanışlı bir alternatif sunuyor.
Son zamanlarda bilim kurgu yapımlarında da sıkça yer verilen bu terim, ilk olarak 90’lı yılların başında bilim insanları tarafından bir fikir olarak ortaya atılmıştır. Bu fikri öne süren bilim insanları, temel hücre hareketlerini kullanarak basit mantıksal işlemlerin yaptırılabileceğini öngörmüşlerdir. 1998 yılında ise bu hipotez kısmen başarılı olmuştur. O günden itibaren biyolojik bilgisayar denilen şey; “RNA, DNA ve protein dizilerinden oluşan, bazı hastalıkların gelişimlerini izlemek için insan vücuduna enjekte edilen, basit matematiksel işlemleri yapabilen bilgisayar” olarak adlandırılmıştır. Çeşitli organizmaların DNA’larının tamamını veri olarak kullanmayı deneyen bilim insanları mantık işlemlerini biyolojik ortamda yaptırmayı başarmıştır; fakat bu mantık işlemleri yalnızca basit toplama çıkarma gibi işlemlerle sınırlı kalmıştır.
Birkaç yıl boyunca araştırmacılar, biyolojik temelli malzemelere standart bilgisayarların yapabildiği mantık işlemlerini deyim yerindeyse “öğretmeye” çalışmışlardır. Normal bilgisayarlarda elektrik akımını ve verileri iletebilme özelliğine sahip transistorların çalışma prensibine benzer şekilde, bir protein olan enzimlerin aktivasyon enerjilerini manipüle etmeyi başarmışlardır. Bu transistor enzimler, ufak bir enerji değişimiyle dahi DNA dizisindeki iki geni uyarıp uyum içerisinde çalışmalarını sağlayabilmiştir. Embriyonik dönemde genetik hastalıkların teşhis ve tedavi imkanı bulabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Fakat bir bilgisayar oluşturmak için daha fazlası gerekmiştir. İşlenen verileri depolamak için gereken depolama birimlerine ihtiyaç duyulduğunu fark eden bilim insanları, bunun için farklı önerilerde bulundular. DNA veya RNA dizileri alternatifleri, Harvard’lı bilim insanları tarafından laboratuvar ortamında test edilmiştir. DNA dizileri biyokimyasal olarak RNA dizilerinden daha dayanıklı ve kararlı yapıda olduğu için depolama birimi olarak uygun bir adaydır. Böylelikle bir biyobilgisayar oluşturmak için gerekli elementlerin neredeyse tamamı bulunmuş ve test edilmiştir.
2016 yılında ise İngiltere, Almanya ve İsveç’ten uluslararası bir ekip, standart elektronik süper bilgisayarlardan çok daha az enerji kullanarak karmaşık matematik problemlerini çözebilen bir model biyolojik süperbilgisayar geliştirdiklerini duyurmuştur. Fakat ekipteki bilim insanları, modelin halen pratik olarak eksiklerinin bulunduğunu ve aktif kullanım için en az beş ila on yıl daha geliştirilmeye ihtiyaç duyulduğunu eklemişlerdir.
Eğer biyomühendisler, bilgisayar, yazılım mühendisleri ve biyoinformatikçiler bu projede başarılı olursa bilim tarihinin en ilginç temel taşlarından olacağını iddia eden araştırmacılar da mevcuttur. Öyle ki kanser gibi son yüzyılın en kritik hastalıklarını dahi erken teşhis edebilmek ve tedavi edebilmenin mümkün olabileceği söyleniyor.
Mikroglia gen aktivitesi Alzheimer evrelerinde değişiyor ve olası tedavi hedeflerini ortaya çıkarıyor. için yorumlar kapalıBİLİM
Alzheimer hastalığı (AH), ilerleyici hafıza kaybına ve zihinsel (yani bilişsel) yeteneklerde gerilemeye neden olan, yıpratıcı bir nörodejeneratif hastalıktır. İstatistikler, her yıl 500.000 ila 900.000 kişiye bu hastalığın teşhisi konulduğunu ve birkaç yüz bin kişinin de bunama veya yaşlanmayla ilişkili diğer bilişsel gerilemeler yaşadığını göstermektedir.
Bilim İnsanları Şimdiye Kadarki En Sentetik Yaşam Formunu Yarattı. için yorumlar kapalıBİLİM
Bilim insanları, Dünya’daki diğer tüm yaşam formlarından daha gelişmiş ve daha fazla müdahaleye tabi tutulmuş bir genetik koda sahip bir bakteri türü yarattılar.
Sıfırdan yapay insan DNA’sı oluşturma çalışmaları başlıyor… için yorumlar kapalıBİLİM
Dünyada bir ilk olduğu düşünülen, insan yaşamının yapı taşlarını sıfırdan yaratmayı amaçlayan tartışmalı proje üzerinde çalışmalar başladı.
Araştırma, tasarım bebeklerin doğmasına veya gelecek nesillerde öngörülemeyen değişikliklere yol açabileceği endişesiyle şimdiye kadar tabu olarak görülüyordu.
Ancak şimdi dünyanın en büyük tıbbi yardım kuruluşu olan Wellcome Trust, projeyi başlatmak için ilk etapta 10 milyon sterlinlik bir kaynak ayırdı ve bunun, birçok tedavi edilemez hastalığın tedavisini hızlandırarak zarardan çok fayda sağlama potansiyeline sahip olduğunu söylüyor.