Yaratılış Nedir? Bilim ve Yaratılış Çelişir mi?

Evrim ve Yaratılış: Bilim ve Din Arasındaki Çekişme

Tüm Dünya’da modern bilimin en önemli parçalarından biri olan evrimin kabul edilirliği giderek artıyor. İnsanlar evrimsel biyolojinin detaylarını öğrendikçe, yıllar yılı meydanları dolduran “yaratılışçı” ve evrim karşıtı akımların hiç de söyledikleri gibi bir kavram olmadığını, son derece basit ve anlaşılır…

Evrim ve Yaratılış: Bilim ve Din Arasındaki Çekişme

Evrim ve yaratılış arasındaki tartışma, bilim ve dinin kesiştiği en kritik noktalardan birini temsil eder. Modern bilimin en önemli teorilerinden biri olan evrim, dünya genelinde geniş kabul görmektedir. İnsanlar, evrimsel biyolojinin detaylarını öğrendikçe, yaratılışçılık ve evrim karşıtı akımların bilimsel dayanaklardan yoksun olduğunu ve kavramın aslında son derece basit ve anlaşılır olduğunu fark etmektedir.

Yaratılış Nedir?

Yaratılışçılık, evrenin ve yaşamın doğaüstü bir güç, genellikle Tanrı tarafından yaratıldığı inancına dayanan bir görüştür. Yaratılışçılar, evrenin ve canlıların karmaşıklığını açıklamak için doğal süreçler yerine doğrudan yaratılışa atıfta bulunur. Yaratılışçılık genellikle iki ana gruba ayrılır: Genç Dünya Yaratılışçılığı (evrenin ve Dünya’nın birkaç bin yıl önce yaratıldığı inancı) ve Eski Dünya Yaratılışçılığı (evrenin daha uzun bir süre önce yaratıldığı, ancak yine de doğrudan bir yaratıcı tarafından yaratıldığı inancı).

Bilim ve Yaratılış Çelişir mi?

Bilimsel yöntem, gözlem, deney ve tekrarlanabilirlik üzerine kuruludur. Evrim teorisi, canlıların zamanla nasıl değiştiğini ve çeşitlendiğini açıklayan bir bilimsel çerçevedir. Evrim, geniş bir fosil kaydı, genetik bulgular ve diğer biyolojik gözlemlerle desteklenmektedir. Bilim, doğal dünyadaki süreçleri açıklamak için doğal nedenlere dayanır ve doğaüstü açıklamaları kapsamına almaz.

Bu bağlamda, yaratılışçılık ve evrim, metodolojik olarak farklı temellere dayanır. Bilimsel açıdan, evrim teorisi, türlerin zamanla nasıl evrildiğini ve adaptasyonlar yoluyla çevrelerine nasıl uyum sağladığını açıklar. Öte yandan, yaratılışçılık, bilimsel değil, teolojik bir açıklama sunar. Yaratılışçılığın iddiaları, genellikle bilimsel test edilebilirlikten yoksundur ve bu nedenle bilimsel bir teori olarak kabul edilmez.

Evrim Teorisinin Kabulü ve Yaratılışçılığın Eleştirisi

Evrim teorisi, Charles Darwin’in Türlerin Kökeni adlı eserinde ortaya koyduğu doğal seçilim ilkesiyle geniş çapta kabul görmüştür. Darwin, canlıların, çevresel baskılar ve genetik değişiklikler yoluyla zamanla nasıl çeşitlendiğini açıklamıştır. Bu teori, biyolojinin birçok dalında doğrulanmış ve desteklenmiştir. Evrimsel biyoloji, genetik, ekoloji, paleontoloji gibi birçok bilim dalının temellerini oluşturmaktadır.

Yaratılışçılık ise, bilimsel yöntemle çelişen birçok iddiayı barındırır. Örneğin, genç dünya yaratılışçıları, dünyanın birkaç bin yıl önce yaratıldığını iddia ederken, geniş bir bilimsel veri kümesi (örneğin, radyometrik tarihleme, fosil kayıtları, kozmoloji) evrenin yaklaşık 13.8 milyar yıl önce ve Dünya’nın 4.5 milyar yıl önce oluştuğunu göstermektedir. Bu tür yaratılışçı iddialar, bilimsel verilerle çeliştiği için akademik çevrelerde kabul görmemektedir.

Evrim ve Din Arasında Uzlaşma Mümkün mü?

Birçok bilim insanı ve teolog, evrim ve dini inançlar arasında bir çatışma olmadığını savunur. Örneğin, teistik evrim olarak bilinen görüş, Tanrı’nın evrimsel süreçleri yönlendirdiğini kabul eder. Bu yaklaşım, evrim teorisini bilimsel bir gerçeklik olarak kabul ederken, aynı zamanda bir yaratıcı gücün bu süreci başlatmış olabileceğini öne sürer.

Katolik Kilisesi, evrimin bir bilimsel gerçeklik olduğunu kabul ederken, insan ruhunun doğrudan Tanrı tarafından yaratıldığını savunur. Bu uzlaşma çabaları, din ve bilimin farklı alanlarda faaliyet gösterdiğini ve birbiriyle çelişmek zorunda olmadığını vurgular.

Sonuç: Bilim ve İnancın Farklı Alanları

Evrim ve yaratılış arasındaki tartışma, bilim ve dinin doğasını anlamak için önemli bir fırsat sunar. Bilim, doğanın işleyişini açıklamak için gözleme dayalı, test edilebilir ve tekrarlanabilir yöntemler kullanırken, din, ahlaki ve metafiziksel sorulara yanıtlar sunar. Bu iki alan, farklı sorulara yanıt arar ve bu nedenle, çelişmek zorunda olmayabilirler. Ancak yaratılışçılığın bilimsel bir teori olarak savunulması, bilimsel yöntemle uyuşmadığı için geniş kabul görmemektedir. Evrim teorisi ise, bilimsel toplulukta güçlü bir şekilde desteklenmekte ve biyolojik çeşitliliğin açıklanmasında temel bir rol oynamaktadır.

Kaynak: Sıradışı Bilim

İnsanın Yanlış Ölçümü ve Kuramsal Irkçılık: Kafa Yapısından Irk Tespiti Yapılabilir mi?

Stephan Jay Gould’un, dönemlerine göre ırkçılığı bilimsel açıdan meşrulaştıran bilim insanlarını anlattığı kitabının tanıtımı, antropolog Michael Little’ın bir söyleşisinden alıntı ile başlıyor: Kendi bilim dalımın tarihi hakkında pek konuşmamayı tercih ederdim; çünkü mahcup olurdum ve utanırdım.

İnsanın Yanlış Ölçümü ve Kuramsal Irkçılık: Kafa Yapısından Irk Tespiti Yapılabilir mi?

Stephen Jay Gould’un ünlü eseri İnsanın Yanlış Ölçümü (The Mismeasure of Man), tarihin en karanlık sayfalarından birini oluşturan bilimsel ırkçılığı ele alır. Kitap, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda popülerlik kazanmış, insanların biyolojik farklılıklarını kullanarak ırksal hiyerarşiler yaratma çabalarını ve bu çabaların bilim adı altında nasıl meşrulaştırıldığını derinlemesine inceler. Gould, bilim insanlarının önyargılarını nasıl veri olarak sunarak ırksal eşitsizlikleri desteklediklerini ve bu süreçte bilimi nasıl yanılttıklarını gözler önüne serer.

Bilim ve Irkçılık: Kafa Yapısının Yanıltıcı Gücü

Gould’un kitabı, antropolog Michael Little’ın şu çarpıcı sözleriyle başlar: “Kendi bilim dalımın tarihi hakkında pek konuşmamayı tercih ederdim; çünkü mahcup olurdum ve utanırdım.” Little’ın bu sözleri, antropolojinin tarihindeki kuramsal ırkçılık ve bilimsel hataların derinliğini gözler önüne serer. Antropoloji, kafatası ölçümleri gibi yöntemlerle ırksal farklılıkları tanımlama girişimlerinde bulunmuş, ancak bu girişimlerin çoğu önyargılarla şekillenmiş ve yanıltıcı sonuçlar doğurmuştur.

Kafatası Ölçümleri ve Bilimsel Irkçılığın Kapsamı

  1. yüzyılın sonlarına doğru geliştirilen frenoloji ve kraniometri gibi bilim dalları, bireylerin zekâlarını ve karakter özelliklerini kafatası biçimlerine göre değerlendirmeyi amaçlamıştı. Bu yöntemler, ırklar arası farkları bilimsel olarak kanıtlama iddiasındaydı. Ancak Gould, bu yaklaşımların bilimsel geçerliliğinin olmadığını ve daha çok, o dönemin toplumsal ve politik önyargılarını meşrulaştırma amacı taşıdığını gösterir.

Gould, özellikle Samuel George Morton’un kafatası ölçümleri üzerinde durur. Morton, çeşitli ırkların zekâ düzeylerini belirlemek için kafatası hacimlerini karşılaştırmış ve Afrikalılar ile yerli Amerikalıların beyazlardan daha düşük zekâya sahip olduğunu iddia etmiştir. Ancak Gould, Morton’un verilerini önyargılı bir şekilde seçtiğini, sonuçları manipüle ettiğini ve bilimsel objektiflikten uzaklaştığını kanıtlar.

Bilimsel Yöntemlerin Yanıltıcılığı

Gould’un çalışması, bilimsel yöntemin yanlış kullanımının nasıl büyük toplumsal zararlara yol açabileceğini gösterir. Kafatası ölçümleri gibi yöntemler, aslında bilimsel olarak doğru olmayan ve sadece önyargıları doğrulayan sonuçlar üretmiştir. Bu yöntemler, farklı ırklar arasında doğal bir hiyerarşi olduğunu iddia ederek, ırkçılığın bilimsel bir temele dayandığı yanılsamasını yaratmıştır.

Sonuç: Bilimsel Irkçılığın Reddi ve İnsanlık Onuru

Stephen Jay Gould’un İnsanın Yanlış Ölçümü eseri, bilimin yanlış yönlendirilmesi ve önyargıların bilimsel veri olarak sunulmasının tehlikelerini gözler önüne serer. Kafatası ölçümleri gibi bilim dışı yöntemlerle ırk tespiti yapmanın, bilimsel geçerliliği olmadığı gibi, insanlık onuruna da aykırı olduğu vurgulanır. Gould’un çalışması, bilimsel ırkçılığın yanlışlığını ve bu tür yaklaşımların toplum üzerindeki yıkıcı etkilerini güçlü bir şekilde ortaya koyar. Bu eser, bilimin insan hakları ve eşitlik temelinde nasıl daha doğru ve adil bir şekilde kullanılabileceğine dair önemli dersler sunar.

Kaynak: Sıradışı Bilim

Elpistostege Fosili, Denizden Karaya Çıkıştaki Kayıp Halkayı Tamamlıyor…

Kanada’da bulunan bir fosil, balıkların denizden, karaya çıkışındaki eksik halkayı tamamlayabilir. Bu fosilin yüzgeçlerinde, kol, el ve parmaklara benzer kemikler var. Kanada’nın güneydoğusundaki Miguasha Ulusal Parkı’nda 10 yıl önce keşfedilen 157 cm uzunluğundaki fosil, 393 ila 359 milyon öncesine yani Geç Devonian dönemine tarihlenen ve sudan karaya çıkmayı deneyen önemli bir balık ailesine aittir. Bu maceracı canlıların sonuç olarak tetrapod ailesine yani tümüyle dört ayaklı omurgalılara evrildiği düşünülüyor. Bu aileye dinozorlar,sürüngenler,kuşlar,amfibiler,balinalar,yunuslar,foklar,deniz kaplumbağaları ve insanların da içinde olduğu memeliler giriyor. Gerçekten bir efsane gibi…

Sudan karaya çıkmak en büyük ve gizemli evrimsel basamaklardan biri olmasının yanında , kuru oksijenle nefes almayı geliştirmesi gerekiyor. Ayrıca bu balıkların kendi ağırlığını destekleyerek karada yürümesi gerekiyor. Fakat bu balıkların kendi ağırlığını destekleyerek karada yürümesi oldukça zor gözüküyor. İşte bu nedenle bazıları ilkel kollar geliştirmeye başlamıştı. Bilekteki humerus, radius, ulna, carpus kemikleri ile falanksların dizilimi hepsi bu zamanda oldu. Eğer balık gerçekten şanslı ise, bu mutasyonlar ona suyun kaldırma kuvveti olmadan gezinme şansı vermiş olabilir.

Bilekteki humerus, radius, ulna, carpus kemikleri ile falanksların dizilimi hepsi bu zamanda oldu. Eğer balık gerçekten şanslı ise, bu mutasyonlar ona suyun kaldırma kuvveti olmadan gezinme şansı vermiş olabilir. İşte bu yeni Elpistostege fosilinde biz bunlara bakıyoruz. “Bugüne kadar bilinen hiçbir balıkta yüzgeç kemikleri içinde hapsolmuş parmaklar bu denli açık bir şekilde görülmemişti.  Yüzgeçte bulunan bu kemikler çoğu hayvanda bulunan el kemiklerine benziyor. Bu bulgular bizi omurgalıların balık kökenlerine götürerek, balıkların sudan çıkmadan önceki, ilk gelişen evrimsel omurgalı eli oluşumunu ifade ediyor” diyor Flinder Üniversitesi Paleontoloji’nde Profesör John Long

Geç Devonian Dönemi Evrimsel Biyoloji İçin Önemlidir Geç Devonian dönemi evrimsel biyologlar için çok önemlidir, çünkü insan vücudundaki çoğu sistem ilk bu dönemde göründü. Son on yılda bu alanda elde edilen bulgular bilim insanlarına solunum, işitme ve sindirim sistemlerinin erken dönem gelişimine ilişkin çok şey ifade etmektedir. Elpistostege aile ağacımızdaki en önemli boşluğu dolduran, en gelişmiş balık oluyor. Bir sürü dişi olan bu balık, bölgenin en büyük yırtıcısıydı. “Elpistostege’nin bizim atamız olmasına gerek yok. Fakat balıklar ve tetrapodlar arasındaki en yakın ve gerçek geçiş fosilidir.” diyor Universite du Quebec a Rimouski’den Richard Cloutier.

Kaynak ve devamını okuman için : Elpistostege Fosili, Denizden Karaya Çıkıştaki Kayıp Halkayı Tamamlıyor (gercekbilim.com)

Hesaplama ve Kimyada Öz Organizasyon: Simya’ya Dönüş

Yaşam gibi karmaşık uyarlanabilir sistemler basit bileşen parçalarından nasıl ortaya çıkar? 1990’larda Walter Fontana ve Leo Buss, bu soruya, hesaplamanın resmi bir modeline dayanan yeni bir modelleme yaklaşımı önerdiler.λkalkülüs. Model, kombinasyonel olarak büyük bir olasılıklar alanına yerleştirilmiş basit kuralların, biyokimyasal reaksiyon ağlarını anımsatan karmaşık, dinamik olarak kararlı organizasyonlar üretebileceğini gösterdi. Burada, son otuz yıldır yeterince incelenmemiş olan AlChemy adlı bu klasik modeli yeniden ele alıyoruz. Orijinal sonuçları yeniden üretiyoruz ve bugün mevcut olan daha büyük bilgi işlem kaynaklarını kullanarak bu sonuçların sağlamlığını inceliyoruz. Analizimiz, sistemin beklenmedik birkaç özelliğini ortaya koyuyor ve dinamik sağlamlık ile kırılganlığın şaşırtıcı bir karışımını gösteriyor. Özellikle, karmaşık, kararlı organizasyonların daha önce beklenenden daha sık ortaya çıktığını, bu organizasyonların önemsiz sabit noktalara çökmeye karşı dayanıklı olduğunu, ancak bu kararlı organizasyonların daha yüksek mertebeden varlıklara kolayca birleştirilemediğini buluyoruz. Ayrıca, modelde kullanılan rastgele üreteçlerin oynadığı rolü inceliyoruz, iki rastgele ifade üreteci tarafından üretilen nesnelerin ilk dağıtımını ve sonuçlar üzerindeki sonuçlarını karakterize ediyoruz. Son olarak, yazılmış ifadelere dayalı modelin bir uzantısının nasıl olduğunu gösteren yapıcı bir kanıt sunuyoruz.λhesaplama, herhangi bir olası kimyasal reaksiyon ağındaki keyfi durumlar arasındaki geçişleri simüle edebilir ve böylece AlChemy ile kimyasal reaksiyon ağları arasında somut bir bağlantı olduğunu gösterir . AlChemy’nin modern programlama dillerinde kendi kendini örgütlemeye ve yaşamın kökenine yönelik nicel yaklaşımlara olası uygulamalarının tartışılmasıyla sonuca varıyoruz.

Kaynak ve makalenin tamamını okumak için linke tıklayın: https://arxiv.org/html/2408.12137v17

Allopatrik türleşme nedir ? Nasıl Gelişir ?

Allopatrik türleşme, bir türün belirli bir coğrafi bölgede yaşayan popülasyonlarının izolasyon sonucu farklılaşmasıyla meydana gelen bir tür evrimi sürecidir. Bu izolasyon, coğrafi, ekolojik veya davranışsal faktörlerden kaynaklanabilir ve sonunda farklı türlerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu süreçte, izole popülasyonlar farklı genetik varyasyonlara maruz kalabilir ve farklı seçilim baskıları altında evrimleşebilirler.

Allopatrik türleşme süreci genellikle şu adımları içerir:

1. **İzolasyon**: Bir türün popülasyonları, coğrafi, ekolojik veya davranışsal faktörler nedeniyle birbirinden izole hale gelir. Bu izolasyon, genetik alışverişi azaltır veya tamamen durdurur.

2. **Genetik varyasyon**: İzole popülasyonlar, farklı genetik varyasyonlara maruz kalır. Bu genetik varyasyonlar, mutasyonlar, genetik sürüklenme ve doğal seçilim gibi faktörlerden kaynaklanabilir.

3. **Evrim**: Farklı genetik varyasyonlar, izole popülasyonların farklı adaptasyonlara sahip olmasına ve farklı seçilim baskıları altında evrimleşmesine yol açabilir.

4. **Reproktif İzolasyon**: Zamanla, izole popülasyonlar arasında reproduktif izolasyon gelişebilir. Bu, popülasyonlar arasında üreme engellerinin oluşması anlamına gelir ve potansiyel olarak farklı türlerin oluşmasına yol açabilir.

Bu süreç, zaman içinde izole popülasyonlar arasında genetik farklılıkların birikmesine ve sonunda yeni türlerin ortaya çıkmasına neden olabilir.

Allopatrik türleşme sürecinin diğer önemli ayrıntıları şunlardır:

1. **Coğrafi Engeller**: İzolasyon genellikle coğrafi engellerle başlar. Dağlar, nehirler, denizler veya iklimsel değişiklikler gibi faktörler, popülasyonları birbirinden ayırabilir ve genetik alışverişi sınırlayabilir.

2. **Genetik Sürüklenme**: İzole popülasyonlarda, genetik sürüklenme olarak bilinen rastgele genetik değişikliklerin sıklığı artabilir. Bu, popülasyonların genetik yapısının zamanla değişmesine yol açar.

3. **Doğal Seçilim**: İzole popülasyonlar, farklı ortamlarda yaşadıkları için farklı seçilim baskılarına maruz kalabilirler. Bu da farklı adaptasyonlara ve fenotiplere yol açabilir.

4. **Gen Akışı**: Allopatrik türleşme sürecinde, gen akışı olarak bilinen genetik alışverişin sınırlı olması önemlidir. İzole popülasyonlar arasında gen akışının azalması, farklılaşma sürecini hızlandırabilir.

5. **Reproktif İzolasyon Mekanizmaları**: Reproktif izolasyon, farklı türler arasında üreme engellerinin oluşmasıdır. Bu engeller, prezygotik (çiftleşme öncesi) veya postzygotik (çiftleşme sonrası) olabilir.

Bu ayrıntılar, allopatrik türleşme sürecinin karmaşıklığını ve çeşitli faktörlerin türlerin evrimini nasıl etkilediğini açıklar.

Kaynak ve devamını incelemen için : allopatrik-turlesme.jpg (1087×578) (biyologlar.com)

Fil Kök Hücreleri Sayesinde Mamutları Canlandırmaya Bir Adım Daha Yaklaşıldı

Bilim insanları, 4000 yıl önce nesli tükenen tüylü mamutları canlandırmaya bir adım daha yaklaştı. Colossal Biosciences şirketi, fil kök hücrelerini ayrıştırarak mamutları yeniden canlandırmaya bir adım daha yaklaştı. Colossal Biosciences Jurassic Park filminden iç ders almamış olacaklar ki, genetik mühendislik kullanarak nesli tükenen hayvanları diriltmek için kolları sıvadı. İlk hedef mamutlar sonrasında, Dodo kuşu tazmanya kaplanı gibi hayvanlara gelecek.

Ancak bunu yapmak devasa bir girişim. Bilim insanları, genlerinin %99,6’sını paylaşan mamutların ve onların yaşayan en yakın akrabaları olan Asya fillerinin genomlarını karşılaştırıyor ve daha sonra mamutları birincisine daha çok benzeyecek şekilde değiştiriyor. Bu, yavrulara daha kalın kıllar, daha büyük yağ rezervleri, daha küçük kulaklar ve daha büyük dişler vermeyi içeriyor; tüm bunlar mamutların soğuk iklimlerde gelişmesine yardımcı olan özellikler. Bu süreç, ortaya çıkan hayvanın ‘saf’ bir mamut değil, bir melez olacağı anlamına geliyor.

Sorun şu ki, filler genetik olarak üzerinde çalışılması zor bir tür. Şimdi Colossal, yetişkin fil hücrelerini bir dizi başka hücre tipine farklılaşabilecekleri bir duruma geri döndürerek büyük bir atılım yaptı. İndüklenmiş pluripotent kök hücreler (iPSC’ler) olarak adlandırılan bu hücreler, insanlar da dahil olmak üzere diğer pek çok memeli için oluşturulmuştur. Colossal Biosciences Biyolojik Bilimler Müdürü Eriona Hysolli, “Geçmişte fil iPSC’leri üretmeye yönelik çok sayıda girişim sonuç vermedi. Filler çok özel bir tür ve temel biyolojilerinin yüzeyini daha yeni yeni çizmeye başladık.

Ve şimdi, yeniden programlamaya yönelik çok yönlü bir yaklaşım kullanarak bugüne kadarki en başarılı çabayı gösteriyoruz.” Herhangi bir hücreyi yeniden programlamak zor ve verimsizdir, ancak fillerde bu daha da uzun sürer. İşin en zor kısmı ise fillerin kansere karşı neden dirençli olduğuyla ilgili. Diğer hayvanlarla karşılaştırıldığında, kanserli hale gelmelerini önlemek için hücre büyümesini dikkatle düzenleyen özellikle karmaşık bir TP53 yoluna sahipler. Araştırmacılar, sonunda hücreleri başarılı bir şekilde yeniden programlamalarını sağlamak için bu yolu bastırmanın bir yolunu buldular.

Bunları doğrulamak için yapılan testlerde, yeni fil iPSC’leri yaşayabilir olduklarını gösteren çeşitli faktörleri ifade ettiler ve vücuttaki diğer her hücre tipini oluşturmaya devam edebilecek üç jerm katmanına farklılaşabildiler. Bu sayede ekip, ilk hedef olarak in vitro sperm ve yumurta üretmek üzere laboratuvarda fil hücre dizileri yetiştirmeye başlayabilecek. Bu, mamutu ölümden döndürme yolunda atılmış önemli bir adım olsa da, daha gidilecek uzun bir yol var ve bu yüce hedefe asla ulaşılamayabilir. Ancak ekip, fillerin yünlü atalarının izinden gitmelerini engellemeye yardımcı olabilecek yardımlı üreme teknolojileri de dahil olmak üzere, bu yolda yapılan çalışmaların fillere de fayda sağlayacağını söylüyor.

Araştırma yakında bir dergide yayınlanacak.

Kaynak: https://newatlas.com/biology/mammoth-resurrection-colossal-biosciences/

Kaynak ve devamını okuman için : Fil Kök Hücreleri Sayesinde Mamutları Canlandırmaya Bir Adım Daha Yaklaşıldı (gercekbilim.com)

Jeologlar “Kartopu Dünya” Dönemine Dair Güçlü Kanıtlar Buldu!

Uluslararası bir araştırma ekibi, İskoçya ve İrlanda’daki Port Askaig Formasyonu’nda “kartopu Dünya” döneminin kapsamlı bir jeolojik kaydını buldu. 662-720 milyon yıl öncesine tarihlenen bu kayalar, Dünya’nın tamamen buzla kaplı olduğu dönemi belgeliyor ve karmaşık yaşamın başlangıcına ışık tutuyor. Bulgular, aşırı soğuk koşulların çok hücreli yaşamın evrimine katkıda bulunmuş olabileceğini gösteriyor. Bu keşif, Kriyojeniyen Dönemi’nin başlangıcını gösteren resmi bir jeolojik işaret olarak değerlendirilebilir.

“Kartopu Dünya” olarak bilinen dönem, Dünya tarihinin en dramatik iklim olaylarından biridir. Bu dönemde, gezegenin büyük bir kısmının, hatta bazı teorilere göre tamamının, kalın buz tabakalarıyla kaplı olduğu düşünülmektedir. Bu dönem, yaklaşık 720 ila 635 milyon yıl önce gerçekleşti ve Kriyojeniyen Dönemi olarak adlandırılan buzul çağlarının bir parçasıydı.

Port Askaig Formasyonu ve Bulunan Kanıtlar

İskoçya ve İrlanda’daki Port Askaig Formasyonu’nda bulunan jeolojik kanıtlar, Kartopu Dünya hipotezini destekleyen önemli veriler sunuyor. Bu formasyondaki kayalar, Dünya’nın yüzeyinin tamamına yakınının kalın bir buz tabakasıyla kaplı olduğu döneme işaret ediyor. Kayalarda bulunan jeolojik katmanlar, buzul hareketleri, glasyal tortular ve soğuk iklimin izlerini taşıyor.

Kartopu Dünya Teorisi

Kartopu Dünya teorisine göre, bu aşırı buzul dönemi, Güneş’ten gelen enerji miktarındaki azalma, atmosferdeki karbondioksit seviyesinin düşmesi gibi çeşitli faktörler nedeniyle ortaya çıktı. Dünya’nın yüzeyi neredeyse tamamen buzla kaplandığında, bu durum iklimin daha da soğumasına neden oldu, çünkü beyaz buz tabakaları Güneş ışığını uzaya geri yansıtarak, gezegenin daha da soğumasına yol açtı.

Karmaşık Yaşamın Evrimi

Bu zorlu çevre koşullarına rağmen, Kartopu Dünya dönemi, çok hücreli yaşamın evriminde kritik bir rol oynamış olabilir. Aşırı koşullar, yaşamın adaptasyon ve dayanıklılık mekanizmalarını geliştirmesine neden olmuş olabilir. Bu dönemin sonunda, volkanik aktiviteler nedeniyle atmosfere salınan büyük miktarda karbondioksit, buzların erimesine ve daha sıcak bir iklimin geri dönmesine yol açtı. Buzların erimesiyle birlikte, okyanuslara büyük miktarda besin maddesi salındı ve bu, oksijen seviyelerinin artmasına ve karmaşık yaşamın gelişmesine zemin hazırladı.

Jeolojik İşaretlerin Önemi

Port Askaig Formasyonu’nda bulunan kayalar, Kriyojeniyen Dönemi’nin başlangıcını işaret eden bir jeolojik sınır olarak değerlendirilebilir. Bu bulgular, gezegenimizin geçmiş iklim değişikliklerini ve bu değişimlerin yaşamın evrimi üzerindeki etkilerini anlamak açısından büyük önem taşıyor. Ayrıca, Dünya’nın iklim sistemlerinin ne kadar kırılgan olabileceğini ve buzul çağlarının gezegen üzerindeki etkilerini anlamamız açısından da kritik bir yer tutuyor.

Kartopu Dünya’nın Mirası

Kartopu Dünya teorisi, modern bilimde geniş bir kabul görse de, buzul döneminin kapsamı ve etkileri hâlâ tartışma konusu. Yine de, bu dönemden alınan dersler, Dünya’nın iklim sistemleri, küresel soğuma ve ısınma süreçleri, biyosferin dayanıklılığı ve evrimi konularında önemli ipuçları sunuyor.

Kaynak: Sıradışı Bilim

Akrepler Neden Mor Ötesi Işın Altında Parlayacak Şekilde Evrimleşti?

Bilim insanları uzun bir süredir mor ötesi ışın altında akreplerin neden parlak yeşil olacak şekilde parladıklarını biliyorlardı; ancak bunun gizemini ancak 2011 senesinde çözebildiler. Yani bu yetenek, uzun süredir biliniyor olmasına rağmen, evrimsel sebepleri uzun bir süre karanlıkta kalmıştı.

Oklahoma Üniversitesi’nden biyolog Douglas Griffin bu “floresan” özelliği analiz etti ve akreplerin, daha önce hiç bilinmediği şekilde, etraftaki ışığı kuyruklarıyla algıladıklarını ortaya koydu!…

Akreplerin mor ötesi (ultraviyole, UV) ışık altında parlaması, bilim insanlarının uzun zamandır ilgisini çeken bir fenomendir. Bu özellik, akreplerin kitin tabakasında bulunan ve UV ışık altında mavi-yeşil renkte parlayan bazı kimyasal bileşiklerden kaynaklanır. Ancak, bu parlamanın evrimsel anlamı konusunda kesin bir görüş birliği bulunmamaktadır. Yine de, çeşitli teoriler ortaya atılmıştır:

1. Görünürlükten Korunma (Kendi Kendine Kamuflaj)

Bir teoriye göre, akrepler UV ışığı algılayabiliyor olabilir ve parlamaları çevrelerindeki UV ışığını azaltarak onları daha az görünür kılabilir. Akreplerin çoğu gece aktiftir ve dolayısıyla parlak ışıklardan kaçınırlar. Parlamaları, doğal ışık kaynaklarından gelen UV ışığını emerek veya yansıtarak, onları daha karanlık hale getirebilir ve böylece avcılardan korunmalarını sağlayabilir.

2. Avcıları Uyarma veya Kandırma

Bir diğer teori, bu parlaklığın avcılara yönelik bir uyarı işlevi görebileceğini öne sürer. Parlak renkler, doğada genellikle zehirli veya tehlikeli hayvanlarla ilişkilidir. Akrepler de zehirli olduklarından, UV ışık altında parlamaları, potansiyel avcıları caydırıcı bir işaret olarak evrimleşmiş olabilir.

3. Sosyal İletişim

Bazı araştırmacılar, bu parlamanın akrepler arasında bir iletişim aracı olabileceğini düşünüyor. Akreplerin düşük ışık koşullarında birbirlerini tanımasına yardımcı olabilir veya eş bulma süreçlerinde rol oynayabilir.

4. Çevresel Değişikliklere Karşı Duyarlılık

UV ışık altında parlayan kimyasallar, akreplerin çevresel değişikliklere daha duyarlı hale gelmesini sağlayabilir. Örneğin, akreplerin deri tabakası UV ışığını emdiğinde, bu onların çevrelerindeki ışık koşullarını algılamalarına ve tehlikeli olabilecek açık alanlardan kaçınmalarına yardımcı olabilir.

5. Radyasyondan Korunma

Bu parlaklığın, akreplerin güneşten gelen zararlı UV ışınlarına karşı koruyucu bir işlevi olabileceği de düşünülüyor. Parlak pigmentler, UV ışığını emerek ya da yansıtarak, akreplerin derin dokularına zarar gelmesini önleyebilir.

Sonuç

Akreplerin neden UV ışık altında parladığına dair kesin bir cevap henüz bulunmamış olsa da, bu durumun farklı işlevleri olabilir. Bu fenomenin birden fazla evrimsel avantaja sahip olma olasılığı da göz önünde bulunduruluyor. Parlaklık, akreplerin hayatta kalma stratejilerinin bir parçası olabilir ve bu strateji, onların milyonlarca yıl boyunca varlıklarını sürdürmelerine katkıda bulunmuş olabilir.

Kaynak: Sıradışı Bilim

42 Bin Yıllık Tay

Kuzey Sibirya’ daki buzullar içinde donmuş vaziyette bulunan 42 bin yıllık tay ortaya çıkarıldı.

Tay,, tüm vücuduyla korunmuş halde; öyle ki kalp damarlarında sıvı kan almak mümkün. kan klonlanarak, tayın soyu yaşama döndürülmeye çalışılıyor.

Kuzey Sibirya’da yer alan donmuş topraklarda (permafrost), 42 bin yıllık bir tay fosili keşfedildi. Bu tay, Yarkutya bölgesinde bulunan Batagaika krateri olarak bilinen devasa bir çukurda ortaya çıkarıldı. Tayın ait olduğu türe ait kalıntılar, oldukça nadir ve önemli buluntular arasında yer alıyor. Tay, dönemin koşulları nedeniyle olağanüstü bir şekilde korunmuş, bu sayede hem dış yapısı hem de iç organları büyük ölçüde bozulmadan günümüze kadar ulaşmış.

Bu fosilin en dikkat çekici özelliklerinden biri, kalp damarlarında hala sıvı kan bulunmasıdır. Bu bulgu, bilim dünyasında büyük bir heyecan uyandırdı. Modern teknoloji sayesinde, tayın kanı üzerinde yapılan araştırmalar, klonlama çalışmalarına kapı araladı. Bilim insanları, bu sıvı kanı kullanarak tayın DNA’sını izole etmeye ve ardından klonlama yoluyla bu soyu tükenmiş türü yeniden canlandırmaya çalışıyor.

Tay, yaklaşık 42 bin yıl önce, Pleistosen döneminde yaşamış. Bu dönem, mamutlar, tüylü gergedanlar ve büyük kedigiller gibi birçok büyük memelinin yaşadığı bir çağdı. Ancak iklim değişiklikleri ve insan faaliyetleri nedeniyle bu türlerin büyük bir kısmı yok oldu. Donmuş topraklarda bu tür fosillerin keşfi, bu hayvanlar hakkında daha fazla bilgi edinmemizi sağlıyor. Aynı zamanda, bu tür keşifler sayesinde, yok olmuş türlerin genetik materyalleri üzerinde yapılan çalışmalarla, türlerin yeniden hayata döndürülmesi hedefleniyor.

Bu tür klonlama çalışmaları, bilimsel olarak oldukça zorlayıcıdır. Ancak, benzer projelerde kullanılan modern genetik teknikler ve CRISPR gibi gen düzenleme teknolojileri sayesinde, teorik olarak bu tür bir yeniden canlandırma mümkün görünüyor. Eğer bu girişimler başarılı olursa, bu tayın ve belki de başka nesli tükenmiş türlerin tekrar doğaya kazandırılması söz konusu olabilir.

Ancak, bu tür çalışmalar etik soruları da beraberinde getiriyor. Nesli tükenmiş bir türü geri getirmek, ekolojik dengeye ne gibi etkiler yapar? Yaşam alanları ve besin kaynakları olmayan bu türler için uygun bir ortam yaratmak mümkün mü? Bu sorular, bilim dünyasında tartışılmaya devam ediyor. Yine de, Kuzey Sibirya’da bulunan bu 42 bin yıllık tay, hem bilimsel hem de etik anlamda önemli bir dönüm noktası olarak görülüyor.

Kaynak: Sıradışı Bilim

Mezopotamyalılar 4 bin yıl önce akşam yemeğinde ne yiyordu?

Kimse tam olarak nereden geldiklerini bilmiyor ve üzerinde ne yazdığı uzun bir süre kimse tarafından anlaşılamadı.

Orta Doğu’da yapılan bir arkeolojik kazıda ortaya çıkarılan çivi yazısıyla kaplı küçük kil tabletler muhtemelen 1911’den beri Yale Üniversitesi Babil Koleksiyonu’ndaydı. Üzerinde tıbbi ilaç tarifleri olduğu düşünülüyordu.

Fransız araştırmacı Jean Bottéro, tabletlerin ne dediğini ancak 1980’lerin başlarında anlayabildi.

Onlar yaklaşık 4 bin yıldır, akşam yemeğinden bahsediyorlardı.

Dört tabletten en genişleri bir sabun kalıbı büyüklüğünde, bin yıldan daha eskiye dayanan en küçüğü ise sadece bir avuca sığıyor. Ve onlar ilaç değil yemek içerikleriyle dolu.

En az İÖ 1730’a tarihlenen üç büyük tablet çoğunlukla güveç tarifleri içeriyor; en küçüğü daha sonraki bir döneme ait ve et suyundan bahsediyor.

Bunların varlığı bile bir gizem.

Koleksiyonun yardımcı küratörü Agnete Lassen, Antik Mezopotamya’da insanların nadiren yemek tarifi yazdığını söylüyor:

“Yüz binlerce çivi yazısı belgesinden, yemek tarifi içeren yalnızca bunlar var ve bir açıklama bulamıyoruz”.

Bugün bilinmeyen malzemeler var

Antik Mezopotamya'da insanlar yiyeceklerini nasıl hazırladıklarını nadiren yazarlardı
Fotoğraf altı yazısı,Antik Mezopotamya’da insanlar yiyeceklerini nasıl hazırladıklarını nadiren yazarlardı

Harvard Üniversitesi’nden Asurbilimci Gojko Barjamovic, yazıtlarda bugün bilinmeyen malzemelerin ortaya çıktığını söyledi. Asum mersin ve salu ise tere tohumu demek. Peki, hurrium ne?

Barjamovic, Lassen ve çalışma arkadaşlarının yazdığı makaleden, bilinmeyen baharatların listesini okumak bile, Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alan kayıp bir bahçenin görüntülerini çağrıştırıyor: Kurullu, kuruš, nīnu. Silaru, zanzar, zibibianu.

Tabletler, antik veya modern birçok yemek tarifinde olduğu gibi aynı ilginç varsayıma sahip: Yazar, okuyucunun, temelde neyi amaçladığını zaten bilmesini bekliyor.

Talimatlar kısa ve öz.

Pek çok eski tarifte olduğu gibi, miktar belirtilmemiş.

Et suyu güveç, bugün de Irak yemeklerinin en temel parçası

Birkaç yıl önce Barjamovic, Lassen ve Iraklı yemek tarihçisi Nawal Nasrallah da dahil bazı uzmanlar bu yemeklerin bugün nasıl görüneceği konusunda bazı çalışmalar yaptı.

Bottéro tarafından yapılan tariflerin çevirilerini güncellediler. Yemeği dayanılmaz derecede acı hale getirerek diğer yiyeceklerin fark edilmesini engelleyen bir malzemeyi kaldırdılar.

Nasrallah, tariflerin tamamının güveç ve et sularından oluşmasının çarpıcı olduğunu belirtiyor.

Et suyu içinde et ve sebzelerden oluşan güveç, modern Irak yemeklerinin temel bir parçası ve aynı zamanda Orta Çağ Irak yiyeceklerinin de önemli bir özelliğiydi.

Tabletlerden birinde yer alan Tu’hu olarak bilinen kuzu güvecinin tarifi:

  • Sonra bacak etini yağda mühürle.
  • Tuz, bira, soğan, roka, kişniş, İran arpacık soğanı, kimyon, pancar, su ekle.
  • Ezilmiş pırasa, sarımsak ve daha fazla kişniş ekle.
  • Sonra Mısır pırasası olan kurrat ekle.
  • Pancarlar onu kırmızıya çevirsin

Dört tarif içinden Lassen’in favorisi bu.

Ancak insanların zevkleri zamanla farklılaşabiliyor. Örneğin Romalıların en ünlü yiyeceklerinden bazıları bugün İtalyan mutfağında yer almıyor.

Kaynak: BBC haberleri

https://www.bbc.com/turkce/articles/ceq5gndqnnro