PKOS’ta ekstraselüler sıvı miRNA’ları için yorumlar kapalısağlık
Soyut
Polikistik over sendromu (PKOS), hem üreme hem de metabolik işlevleri etkileyen yaygın bir endokrin rahatsızlıktır. Kapsamlı araştırmalara rağmen, PKOS’un kesin nedenleri hala belirsizliğini korumaktadır. Son çalışmalar, gen ekspresyonunu düzenleyen küçük, kodlamayan RNA’lar olan mikroRNA’ların (miRNA’lar) PKOS’u anlamak için kritik öneme sahip olabileceğini göstermektedir.
MELATONİNİN MCF-7 HÜCRE KÜLTÜRÜNDEKİ APOPTOZ AKTİVASYONUNUN VESİTOTOKSİSİTESİNİN POLİMERAZ ZİNCİR REAKSİYONU (PCR), MTT HÜCRE CANLILIK TESTİ VE İMMUNSİTOKİMYA YÖNTEMLERİYLE ARAŞTIRILMASI için yorumlar kapalı
Amaç: Meme kanseri Türkiye’de ve dünyada en sık görülen kanser türlerinden biridir ve kanser nedeniyle gelişen ölüm oranları arasında en üst sıralarda yer almaktadır. Kanser sadece bir sağlık sorunu değil aynı zamanda sosyal ve ekonomik açıdan bir toplum sorunu haline gelmiştir. Bu kadar önemli bir sağlık sorununa çözüm bulunması ise birçok araştırıcının birinci hedefleri arasındadır. Bu nedenle tedaviye yönelik farklı çalışmalar yapılmakta ve farklı maddelerin bu hastalık üzerindeki etkileri yoğun bir şekilde araştırılmaktadır. Bu çalışmada modern tıpta çok yönlü etkileriyle bilinen bir molekül olan melatoninin kanser ile ilişkisini ve kanser hastalığına çözüm açısından sağlayabileceği katkıyı irdelemeyi amaçlamaktayız. Materyal ve Metot: Çalışmada kullanılan insan meme kanseri MCF-7 hücre hattına, melatoninin sitotoksik dozunu ve IC50 değerini belirlemek için, 10 nM – 100 000 nM konsantrasyon aralığında melatonin uygulandı. Bu uygulamanın ardından hücre hatlarında MTT analizi (hücre canlılık testi) yapıldı. Etkin dozlar belirlendikten sonra, melatonin uygulanmayan kontrol grubu ve 10, 100, 1000, 10 000, 100 000 nM konsantrasyonlarda 24 saat süreyle melatonin uygulanan 5 çalışma grubu olmak üzere 6 deney grubu oluşturuldu. Bütün deney gruplarındaki total antioksidan (TAS) ve total oksidan seviyesi (TOS), apoptotik aktivite (Bax ve p53 immunpozitifliği) ve p53 gen ekspresyon düzeyleri araştırıldı. Bulgular: MCF-7 hücrelerine uygulanan melatoninin, hücre çoğalmasını engellediği, yani sitotoksik etki yaptığı ve 24 saatlik inkübasyon süresi sonunda p53 gen ekspresyonunda ve Bax proteininde artışa neden olduğu gözlemlenmiştir. Bu durum immunositokimyasal boyamada da tespit edilmiştir. Ayrıca melatonin uygulaması sonucunda total antioksidan seviyesinde artış olurken, total oksidan miktarında ise azalmanın olduğunu tespit ettik.
Sonuç: Çalışma sonuçları, melatonin uygulaması ile oluşan p53 genindeki ve Bax proteinindeki artışın apoptotik aktiviteyi arttıracağını göstermektedir. Melatoninin bu etkileri göz önüne alındığında kanser tedavisinde kullanılabilecek bir ajan olabileceği sonucuna varılabilir. Anahtar Kelimeler: Apoptoz, Bax, Melatonin, Meme kanseri, p53.
Aristoteles, Küçük Asya’da bir Yunan kolonisi olan Stagira’da, M.Ö. 384 yılında doğdu. Babası bir doktor ve Asklepiad loncasının bir üyesiydi. Aristoteles daha çocukken yetim kalmış ve bir akrabası tarafından yetiştirilmişti. Göründüğü kadarıyla, çocukluğundan itibaren babasından tıp ve biyoloji konularında eğitim almış olmalı. 18 yaşında Atina’da, Platon’un Akademisine girdi. M.Ö. 347 yılında Platon’un ölümüne kadar orada kaldı. Gençliği hakkındaki bilgiler kopuk kopuktur. Yaşamının bu dönemine ilişkin anektodlardan anlaşıldığı kadarıyla, hiçbir çağda eşine rastlanmayacak entelektüel becerileri, zarafeti ve gösterişli tavırlarıyla çok kişiyi kıskandırmış olmalı. Platon’un ölümünden sonra, Aterneus’a gitmek üzere Atina’yı terk etti. Burası küçük bir kent devletiydi. Yönetici Hermias, Platon’un öğretilerinden etkilenmiş bir bilginler topluluğunu buraya toplamıştı. Aristoteles buraya vardıktan kısa bir süre sonra Hermias’ın evlatlık kızı Pythia ile evlendi. Sadece bir kız çocuğu dünyaya getirdiler, ve çocuğa annesinin adı verildi. Karısının ölümünden sonra Aristoteles, Herpyllide adlı kadınla birlikte yaşamaya başladı. Evlendiklerine dair bir bilgi yok elimizde. Ama ondan doğan oğlu Nikomakhos’a ithafen yazdığı Nikomakhos’a Etik, ahlak felsefesinin bir başyapıtı olarak günümüze ulaşmıştır. Aristoteles Aterneus’ta üç yıl kaldıktan sonra Lesbos Adası’ndaki Mytilene’ye gitti. Göründüğü kadarıyla biyoloji araştırmalarının çoğunu orada bulunduğu sıralarda gerçekleştirmiştir. M.Ö. 343 ya da 342 yılında Makedonyalı Philip’’n oğlu İskendere’e özel ders vermek için çağrıldı. Sekiz yıl sonra Atina’ya dönerek kendi okulu ve kütüphanesi Lykeon’u kurdu. Akademi ya da Lykeion gibi okullar kısmen günümüzün üniversiteleri gibi işlev görüyorlardı; ne var ki o denli örgütlenmiş değillerdi. M.Ö.322’de Makedonyalılarla arası bozulunca Khalkhis’e çekildi gitti. Aristoteles, Atinalılara, Sokrates’e yaptıklarını yapma fırsatı vermek istememişti. Khalkhis’e gittikten kısa bir süre sonra öldü.
Aristotelesten Önce Organik Üreme Kuramları Aristoteles, Darwin ile birlikte en büyük biyologlar arasında sayılmalıdır. Organik formlar üzerine sistematik gözlemde bulunmuş ilk kişiler arasında Aristoteles’in adı geçer. Ayrıca organik formlara ilişkin Historia Animalium adlı ayrıntılı bir eser yazmıştır. Anlatacağım deney sonraki tüm embriyoloji çalışmalarının temelini hazırlamıştır. Bu deney hem sistematik olması hem de araştırmanın sonuçları bakımından, Aristoteles’in soruna eğilmesindeki ince zekayı gösteriyor.
“Üreme”nin doğası, bitkilerin, hayvanların varolma sorunları, Aristoteles öncesi Yunanlı düşünürlerce derinlemesine değerlendirilmişti. Bitkiler ve hayvanlar nasıl varlık kazanıyordu? Öyle görünüyor ki, bunlar temel, değişmeyen kütlelerden oluşuyorlar, ama gene de hızlı biçimde incelmiş ve eklemli yapılara kavuşuyorlardı. Acaba bu yapı sadece daha önceden varolan bir planın gerçekleşmesi midir(önceden oluşum kuramı),yoksa varlık kazanma, adım adım büyüme ve yayılma sürecinin değişik evreleri olarak gelişme midir(sıralıoluş/epigenesis kuramı)?Bu sorun bugün bile tam olarak çözülmüş değildir. Üreme sürecini anlama girişimleri antik çağlara dayanır; hatta M.Ö. 345’te Aristoteles’in kendisi bile bu soruna ilgi duymuş öncellerinin öğretilerinden yararlanmıştı. Aristoteles öncesi dönemden elimize geçen en iyi tıbbi deneme, Hippokratik yazılardır .Bu yazıları yazan düşünür ya da düşünürlerin, karşılaştırmalı embriyoloji yöntemi, insan olmayan türlerin embriyolojik oluşumları ve yeni insanların nasıl varoldukları konularında açık düşüncelere sahip olduğu anlaşılıyor. Bebeğin Doğası Üzerine adlı yapıtta açıklamalı bir çalışma en açık terimlerle sunulmaktadır. ”yirmi ya da daha fazla yumurta alıp civcivlerin yumurtalarından çıkmasını sağlamak için, onları iki ya da çok tavuğun altına yerleştirin .Sonra kuluçkanın ikinci gününden son güne değin, her gün bir yumurtayı alıp incelemek üzere kırın. Göreceksiniz, her şey, bu konuda söylediklerimi, bir kuşun doğası ile insanın doğasının karşılaştırılabileceğini doğruluyor.” Ne var ki yorumcular, yazarın metinde öngördüğü tarifi izlemediği düşüncesindedirler. Eh, bu onun bileceği bir işti. Şimdi onun civcivlerin embriyonik gelişim aşamaları konusundaki açıklamalarını okuyacaksınız.
Yumurtaların Açılması “Yumurtadan çıkış bütün kuşlarda benzer biçimde gerçekleşir. Ama nüvenin oluşumundan kuşun oluşumuna kadar geçen süre, daha öncede söylendiği gibi farklılık gösterir. Ortalama bir tavukta embriyo üç gün üç gece içinde belirmeye başlar; daha büyük kuşlarda bu evre daha uzun, daha küçük olanlarda ise daha kısadır. Yumurta sarısı varlığa katıldıkça, sivri tarafa doğru, yumurtanın ana öğesinin bulunduğu ve yumurtanın çatladığı taraf büyür. Kalp, kan lekecikleri biçiminde yumurtanın akında belirmeye başlar. Bu nokta yaşamı elinde taşırmış gibi çarpar ve devinir. Buradan, içinde kan bulunan iki damar yoluyla sarmal biçimde[yumurta maddesi büyüdükçe civardaki her iki zara doğru]yönelir; şimdi yumurta sarısını kaplayan ve lifleri taşıyan bir zar bu damarlardan itibaren oluşmaya başlar. Bir sonra beden farkedilmeye başlar; başlangıçta oldukça küçük ve beyazdır. Baş açıkça seçilebilir. Kafada gözler iyice dışa doğru şişmiş olarak fark edilebilir. Gözlerin bu durumu epey süre devam eder, ama yavaş yavaş küçülüp yuvalarına otururlar. Dış kesimde üst kısımla karşılaştırıldığında, alt kısım belirsiz bir biçimde görünmeye başlar. Kalpten başlayan iki damardan biri civardaki zara doğru, öteki göbek bağı gibi, yumurta sarısına doğru gitmektedir. Civcivin yaşam öğesi yumurtanın akındadır; besin ise göbek bağı yoluyla yumurtanın sarısından sağlanmaktadır. “Yumurta on günlük olduğunda civciv bütün kısımlarıyla açıkça görülebilir. Kafa vücudun öteki kısımlarından daha büyüktür; gözler,bu dönemde siyah renkli ve fasulye tanesinden daha iridir. Üst deri soyulursa, içinde beyaz ve donuk bir sıvının olduğu, bunun güneş ışığında parladığı ve içinde sert bir maddenin bulunmadığı görülecektir. Bu dönemde daha iri olan iç organlarda görülebilir. Örneğin iç organların düzeni ve mide görülebilir; kalpten başlıyor gibi görülen damarlar ise göbeğe yakın bir konumdadırlar .Göbek bölgesinden bir çift damar uzanmıştır; biri, yumurta sarısını sarmalayan zara doğru(yumurta sarısı şu an sıvıdır ya da normalden daha sıvımsıdır),öteki de hep birlikte saran zara doğru uzar. [Civciv büyüdükçe yumurta sarısının bir kısmı yavaşça yukarı doğru kayar ve beyaz sıvı arada kalır; yumurtanın akı sarının alt kısmındadır, dış kısımda olduğu gibi.] onuncu günde yumurtanın akı en dış yüzeydedir; miktarı azalmış; maddesi katılaşmış; rengi solmuş ve yapışkanlık kazanmıştır. “Kurucu bölümlerin düzeni aşağıdaki gibidir. Birinci ve en dışta, kabuğa ait olan değil, onun altındaki yumurta zarı gelmektedir. Bu zarın içinde ak bir sıvı vardır; daha sonra civciv ve onu sarmalayan, civcivi sıvıdan ayıran zar gelmektedir; civcivden sonra yumurta sarısı gelmektedir. Daha önce açıklandığı gibi damarlardan biri buraya, öteki de beyazı kaplayan maddeye gitmektedir. [Serumu andıran bir sıvıya sahip bir zar iç yapıyı kaplamaktadır. Daha sonra, embriyonun hemen yanında, önceden açıklandığı gibi kendisini sıvıdan ayıran başka bir zar gelmektedir. Bunun altında yumurta sarısı vardır; o da başka embriyoyu her iki sıvıdan koruyan bir zar (bu zara yumurta sarısı, büyük damar ve kalbe giden göbek kordonunu yine bu zar içinden ilerletir) içine sarılmıştır.]
“Yirminci güne doğru eğer yumurtayı kırıp civcive dokunursanız, içeri doğru hareket edip kıpırdar; yirmi gün geçtikten sonra, civciv tüyle kaplanmış ve kabuğu çatlatmaya başlamıştır. Baş, sağ bacak üstünde böğüre yakın bir konumdadır ve kanat başın üstündedir; bu anda zarın bir doğum sonrasını andırdığını açıkca görebiliriz. Bu zar, kabuğun en dışındaki zardan hemen sonra çıkar. Bu zara göbek bağlarından birinin bağlı olduğunu(ve civciv bütün olarak şu an bunun içindedir) söylemiştik; yumurta sarısını çevreleyen ve ona doğru gittiği açıklanan ikinci göbek bağıda doğum sonrasını andırıyor. Bunların ikisinin de büyük damar ve kalp ile bağlantılı olduğu açıklanmıştı. Bu şartlarda dış doğum-sonrasına bağlı olan göbek bağı bozulur ve civcivden ayrılır. Yumurta sarısına götüren zar ise yaratığın ince bağırsağına bağlıdır. Şu anda yumurta sarısının önemli bir kısmı civcivin içindedir. Civcivin midesinde sarı bir pıhtı vardır .Bu ana kadar civciv, kalntıları dış doğum –sonrasına doğru akıtır. Midesinde artıklar vardır; dıştaki kalıntı aktır(ve içerde beyaz bir madde vardır). Zaman geçtikçe yumurta sarısının büyüklüğü azala azala en son civciv tarafından tamamen tüketilip özümsenir(öyle ki, yumurtadan çıktıktan on gün sonra civcivi ortadan ikiye ayırırsanız, bağırsaklara bağlı küçük bir yumurta sarısı kalıntısını hala görebilirsiniz); ama kordondan ayrılmıştır ve aradaki aralıkta bir şey yoktur; çünkü tümüyle kullanılmıştır. Yukarıda belirtilen zaman boyunca civciv uyur, uyanır, yukarı bakar ve kıpırdar; kalp ve göbek bağı ise, yaratık soluk alırcasına titrer. Kuşlarda yumurtadan üreme hakkında bu kadar yeter.”(Historia Animalium , 6. Kitap, 561a3-562a20)
Aristoteles Sonrası Embriyoloji Kuşkusuz embriyolojiye olan ilgi Aristoteles’ten sonra da sürdü. Bu ilgi özelikle gözlemsel ve deneysel çalışmaların alanını genişletmeye yönelikti .Ne var ki, Hellenistik dönem bilimsel çalışmalarından ve büyük İskenderiye okullarındaki çalışmalardan çok azı elimize ulaşabilmiştir. Ortaçağ Avrupası, Yunan biliminin büyük bir bölümünü, antik öğretilerin yayılmasını sağlayan Arap yazarlardan öğrenmiştir. Tıbbi ve biyolojik bilginin en önemli kaynakları Galen ve İbn-i Sina’nın çalışmalarıdır. Ancak, ortaçağ bilimi birçok bölümü açısından, nihai bir kaynak olarak Aristoteles’e dönmekteydi. Öyle ki, yeni çalışmalar genellikle var olan Aristotelesçi denemeler üzerine yapılan eleştirel yorumlardan oluşmaktaydı. Ortaçağda embriyoloji, özellikle Aristoteles’in Historia Animalium’ undan alıntıladığım bölümü örnek almıştı Aristotelesçi geleneğin en iyi yapıtlarından biri, 1276 yılı civarında Romalı Giles tarafından yazıldı. De Formatione Corporis Humani in Utero adlı bu çalışmada, erkek ve dişi ebeveynin doğurganlık sürecine katkılarına ilişkin kuramsal tartışmalar bulunmaktadır. Burada, Aristoteles’in kuşların gelişimini incelemesini, insanın embriyolojik gelişimini de içine alabilecek biçimde genişleten, ceninin gelişimine ilişkin ayrıntılı açıklamalar mevcuttur. Giles’in denemesi olumlu yönde eleştiriler aldı. Bu çalışma Ortaçağın embriyolojik bilgisini oldukça iyi bir biçimde açıklığa kavuşturuyor. Hewson’a göre Forlili James ve Gorbolu Thomas’ın, Giles’in embriyoyu saran zara ilşkin açıklamasına yönelttikleri eleştiriler, Aristoteles’ten başka otoritelerin düşüncelerine de başvurulduğunun bir işaretidir. Bu özellikle Arap kökenli çalışmalarda belirgindir. Sorun üç embriyonik zarın durumu, işlevi ve gelişim düzeni üzerine kurulmaktadır. Giles’in açıklamalarına getirilen eleştiriler, yeni otoritelerin bilgilerinin yanı sıra diseksiyon tekniğinin de geliştiğini gösteriyor. Zarların gelişim düzeni pek önemli görünmeyebilir. Ne var ki bu sorun, preformasyoncular ile epigenetikçiler arasında, erken Yunan zamanında başlayan bir tartışmayla ilintiliydi. Galen’in yazıları üzerinde çalışırken Giles, Aristoteles’in herhangi bir yapıtından daha ayrıntılı bir kaynağı ele almak zorundaydı. Ancak embriyoloji tarihinde herhangi bir bilimsel devrim sözkonusu değildir. Başarılı gözlemciler açıklamalarının niteliği ve dakikliğini geliştirip geleneksel bilgiyi artırıp düzeltiyorlardı. 1604 yılında Fabricius, De Formato Foetu adlı çalışmasında Aristoteles’in daha önceden kaydettiği yapılara oldukça benzer sistemler bulmuştu. Ayrıca Romalı Giles’i de meşgul eden benzer sorunları tartışmıştı. Hepsi cenine ait zarların ikili bir işlev yüklendikleri konusunda birleşiyorlardı. Bu zarlar bir yandan embriyoyu korurken, öte yandan atıkları topluyorlardı. Hepsi de ceninin gelişme sırasında gösterdiği ahengin, diğer tüm evrelerin kan mekanizmasının gelişmesine bağlanmasıyla en iyi biçimde incelenebileceğini anlamıştı. Fabricius göbek bağının dolaşım sistemine daha ayrıntılı bir açıklama eklenmekle, büyümekte olan bilgi yapısına bir tuğla daha eklemiş oldu. Aristoteles’in bilgisinin berraklığı, değişik evreleri gözlemlerken gösterdiği özen, özellikle yumurtanın sarısı ile akının ayrı ayrı işlevlerini ve genel olarak temel fizyolojik ilkeleri kavrayışı hayranlık uyandırmaktadır. Aristoteles, memelilerin doğumu ile zarları karşılaştırırken, embriyoloji gözlemlerini bir türden diğer türlere doğru genelleştiriyor. Peki, bu çalışma hangi anlamda bir deneydir? Kanımca, verili nesneler ve doğal süreçleri keşfetmeye yönelik ampirik araştırmalar ile nedensel etkileri soyutlayıp onların bireysel etkilerini belirginleştirmek üzere etkin müdahelelerde bulunan araştırmaları birbirinden ayrı tutmak gerekir. Yunan bilimi büyük ölçüde keşifsel ve kuramsaldı. Ancak burada bir dizi yumurtanın kontrollü kullanımında, mühahale ve önlemler içeren bir araştırma tekniğiyle karşı karşıyayız. Aristoteles edilgin biçimde civcivin gelişim aşamalarının açığa kavuşmasını beklemedi; tersine Hippokratçı yazar tarafından önerilen doğal sürece, etkin müdahale yöntemini uyguladı.
Kaynak: Harre. R. 1994. Deneysel Bilimlerin Felsefesi, Evrimi ve Yöntemi Üzerine Kavramsal Bir e-Dizin, TÜBİTAK, Ankara, 19-23.