Yeni Türler Nasıl Evrimleşir?

Yeni türlerin evrimleşmesi, biyolojide türleşme (speciation) olarak bilinir ve türlerin genetik, ekolojik ve davranışsal mekanizmalar aracılığıyla farklılaşması sürecini ifade eder. Türleşme, evrimin bir sonucudur ve genellikle popülasyonların zaman içinde izolasyon, adaptasyon ve genetik değişim gibi süreçlerden geçmesiyle gerçekleşir. İşte yeni türlerin evrimleşme yollarını açıklayan başlıca mekanizmalar:


1. Coğrafi İzolasyon (Allopatrik Türleşme)

  • Nasıl olur? Bir popülasyonun üyeleri, dağlar, nehirler veya okyanuslar gibi fiziksel engeller nedeniyle coğrafi olarak ayrılır.
  • Sonuç: Ayrı kalan gruplar farklı çevresel koşullara uyum sağlar ve genetik olarak farklılaşır. Bir süre sonra bu gruplar, birleşseler bile çiftleşip verimli yavru üretemeyecek kadar farklı hale gelir.
  • Örnek: Darwin’in ispinozları, Galapagos Adaları’ndaki farklı adalara yayılarak yeni türlere dönüşmüştür.

2. Ekolojik İzolasyon (Parapatrik Türleşme)

  • Nasıl olur? Popülasyonun bir kısmı, yeni bir ekolojik niş veya çevreye adapte olurken, geri kalanlar farklı bir nişte kalır.
  • Sonuç: Farklı çevresel baskılar ve doğal seçilim süreçleri, iki grup arasında genetik farklılaşmayı artırır.
  • Örnek: Ağır metallerle kirlenmiş topraklarda yaşayan bazı bitki türleri, normal topraklardaki türlerden ayrılarak evrimleşmiştir.

3. Davranışsal veya Zamanlama Farkları (Sempatrik Türleşme)

  • Nasıl olur? Aynı coğrafi bölgede yaşayan bireyler arasında çiftleşme tercihleri, beslenme alışkanlıkları veya üreme zamanlaması gibi farklar ortaya çıkar.
  • Sonuç: Aynı ortamda farklı genetik gruplar oluşur ve bu gruplar birbirlerinden izole olur.
  • Örnek: Bazı meyve sineği türleri, farklı meyve ağaçlarında üreyerek zamanla yeni türlere dönüşmüştür.

4. Poliploidi ve Anında Türleşme

  • Nasıl olur? Özellikle bitkilerde, kromozom sayısındaki ani değişimler (örneğin poliploidi) nedeniyle bireyler, atalarıyla üreyemez hale gelir.
  • Sonuç: Yeni bir tür, neredeyse anında ortaya çıkar.
  • Örnek: Tarım bitkilerinin birçoğu (örneğin buğday) poliploidi yoluyla türleşmiştir.

5. Genetik Sürüklenme ve İzolasyon

  • Nasıl olur? Küçük popülasyonlarda, genetik sürüklenme adı verilen rastgele genetik değişimler, grupları zamanla farklılaştırabilir.
  • Sonuç: Eğer genetik sürüklenme ile genetik farklılaşma artarsa, türleşme gerçekleşebilir.
  • Örnek: Adalarda izole kalan küçük hayvan gruplarında yaygın olarak gözlemlenir.

Türleşmenin Ön Koşulları

  1. Genetik Çeşitlilik: Türleşmenin temel taşıdır; popülasyonlar arasında genetik farklılıklar olmalıdır.
  2. Üreme İzolasyonu: Yeni türlerin ortaya çıkması için bireylerin farklı gruplar arasında çiftleşmesi engellenmelidir.
  3. Seçilim Baskıları: Farklı çevresel ve ekolojik baskılar, gruplar arasında adaptasyon farklılıkları yaratır.

Bu süreçler milyonlarca yıl alabilir veya bazı durumlarda, özellikle çevresel değişimlerin hızlı olduğu yerlerde çok daha kısa sürede gerçekleşebilir. Türleşme, biyolojik çeşitliliğin temel mekanizmasıdır ve doğadaki inanılmaz tür zenginliğinin açıklayıcı faktörüdür.

Kaynak: Görsel sıradışı bilim sitesine ait olup yazı yapay zeka çerçevesinde hazırlanmıştır.

Ateşin Kontrolü İnsanın Evrimine Nasıl Yön Verdi?

Ateşin insan evrimine olan etkisini ve onun tarihçesini açıklayalım:

Ateş, insanlık tarihinin en kritik buluşlarından biridir ve hem biyolojik hem de kültürel evrim üzerinde derin bir etkiye sahip olmuştur. Ateşi kontrol altına alma becerisi, insanın çevresiyle olan ilişkisini kökten değiştirdi ve onu diğer canlılardan ayıran önemli bir dönüm noktası oldu.

Ateşin İlk Ortaya Çıkışı

Belirttiğiniz gibi, ateşin en eski kanıtları, yaklaşık 476 milyon yıl öncesine, Orta Ordovisyen Dönemi’ne dayanır. Bu dönemde karasal bitkiler atmosfere oksijen salmaya başlamıştı ve bu, doğal yangınların oluşmasına olanak sağladı. Ancak bu yangınlar, elbette insanlık tarihinden çok önce gerçekleşmiş doğal olaylardı.

İnsanın ateşi kontrollü bir şekilde kullanmaya başlaması ise çok daha sonra gerçekleşti. Arkeolojik bulgular, ateşin Homo erectus gibi erken insan türleri tarafından yaklaşık 1,5 milyon yıl önce kullanılmaya başlandığını gösteriyor. Bununla birlikte, ateşi sistematik bir şekilde kullanmanın izleri daha çok 400 bin yıl öncesine aittir.

Ateşin İnsan Evrimine Etkileri

  1. Beslenme ve Beyin Gelişimi:
    • Ateş sayesinde yemek pişirmek mümkün oldu. Pişirme işlemi, yiyeceklerin sindirilebilirliğini artırdı, daha fazla enerji sağladı ve zararlı patojenleri yok etti.
    • Bu enerji artışı, insan beyninin büyümesine katkıda bulundu. Özellikle Homo erectus ve Homo sapiens gibi türlerin beyin hacminde görülen artış, beslenme biçimindeki bu değişimle ilişkilendirilir.
  2. Sosyal Yapı:
    • Ateş etrafında toplanma, iletişimin ve sosyal etkileşimlerin artmasına olanak sağladı. İnsanlar, ateşin çevresinde yemek yiyip vakit geçirerek topluluk bağlarını güçlendirdi.
    • Bu ortamda dilin evrimine katkıda bulunmuş olabileceği düşünülür, çünkü insanlar bir araya gelip hikaye anlatma veya işbirliği yapma fırsatı buldu.
  3. Koruma ve Yerleşim:
    • Ateş, gece tehlikelerden korunmayı sağladı. Vahşi hayvanları uzaklaştırarak güvenlik sağladı ve insanların geceyi daha güvenli bir şekilde geçirmesine olanak tanıdı.
    • Ayrıca, soğuk bölgelerde hayatta kalmayı mümkün kılarak insanın dünyanın farklı yerlerine yayılmasını kolaylaştırdı.
  4. Teknolojik Gelişmeler:
    • Ateş, taş aletlerin üretiminden seramik yapımına, metal eritmeden günlük yaşamda ısınmaya kadar birçok alanda teknolojik ilerlemelerin temelini oluşturdu.
    • İnsanın çevresini değiştirme kapasitesini artırarak tarım ve yerleşik hayata geçişin de öncüsü oldu.

Sonuç

Ateş, insanın biyolojik evriminde daha büyük beyinlerin gelişimi için enerji kaynağı sağlarken, kültürel evrimde de toplulukları güçlendiren, yeni teknolojilerin temelini atan ve insanı çevresi üzerinde daha fazla söz sahibi yapan bir araç haline geldi. Ateşin kontrolü, insanın yeryüzündeki baskın tür haline gelmesinin en önemli kilometre taşlarından biri olmuştur.

Kaynak: Sırdışı bilim sitesinden alınan bilgi yapay zeka ile desteklenmiştir.

Yeni fosil, uçan sürüngenlerin evrimini ortaya koyuyor…

Tam örnek, pterozorların erken formlardan sonraki devlere nasıl dönüştüğünü gösteriyor

Pterozorlar, yakın akrabaları olan dinozorların yanında yaşamış soyu tükenmiş uçan sürüngenlerdir. Bunların en büyüğü kanat açıklığında 10 m’ye ulaşıyordu ancak erken formlar genellikle 2 m civarında sınırlıydı. Bugün yayınlanan yeni bir makalede, Londra Queen Mary Üniversitesi’nden paleontolog Dr. David Hone liderliğindeki bir ekip,  Current Biology dergisinde yayımlanan makalede  bu önemli geçişi açıklamaya yardımcı olan yeni bir pterozor türü tanımlanıyor.

Hayvana  ‘Bavyera’dan kılıç kuyruğu’ anlamına gelen Skiphosoura bavarica adını verdiler  çünkü güney Almanya’dan geliyor ve çok alışılmadık kısa, ancak sert ve sivri bir kuyruğu var. Örnek neredeyse her bir kemiği korunmuş olarak tamamlanmış ve alışılmadık bir şekilde, çoğu pterosaurun ezilmiş bir şekilde düzleştirildiği üç boyutlu olarak korunmuş. Hayattayken kanat açıklığı, altın kartal gibi büyük kuşlarınkine benzer şekilde yaklaşık 2 m olurdu.

İki yüz yıl boyunca paleontologlar pterosaurları iki ana gruba ayırdılar, erken pterodaktiloid olmayanlar ve daha sonraki ve çok daha büyük pterodaktiloidler. Erken pterosaurların kısa boyunlarında kısa kafaları, kanat bileğinde kısa bir kemiği, ayakta uzun bir 5. parmağı ve uzun kuyrukları vardı ve pterodaktiloidlerin tam tersi vardı: uzun boyunlarında büyük kafaları, uzun bir bilekleri, kısa 5. parmağı ve kısa kuyrukları. Ancak bu gruplar arasında vücutlarının hangi kısımlarının değiştiği bilinmiyordu.

2010’larda, darwinopterans adı verilen bir dizi ara tür bulundu ve bunlar baş ve boynun vücudun geri kalanından önce değiştiğini ortaya koydu. Bu, evrimsel bir boşluğu kapatan bir ara türün harika bir örneğiydi. Ancak bu aynı zamanda bu değişikliklerden önce veya sonra ne olduğunu gerçekten bilmediğimiz anlamına geliyordu.

Skiphosoura  bu değişiklikleri ortaya koyuyor. Evrimsel olarak bu erken dönem darwinopteranları ve pterodaktiloidler arasında yer alıyor. Çok pterodaktiloid benzeri bir baş ve boyun koruyor, ancak daha uzun bir bilek ve daha erken dönem darwinopteranlarından daha kısa bir ayak parmağı ve kuyruk gösteriyor, ancak bunlar pterodaktiloidlerde görülenler kadar aşırı değil. Çalışmayla birlikte pterozorlar için evrimsel aile ağacının yeni bir yeniden inşası da geliyor. Skiphosoura’nın ara pozisyonunu göstermesine ek olarak  , bir İskoç pterozoru olan Dearc’ın erken dönem pterozorları ve ilk darwinopteranlar arasındaki ayna pozisyonuna uyduğunu da gösteriyor.

Başka bir deyişle, artık erken pterozorlardan Dearc’a, ilk darwinopteranlardan Skiphosoura’ya  , pterodaktiloidlere kadar tam bir evrim dizisine sahibiz. Her örnek tam olmasa da, artık baş ve boyundaki büyümeyi, uzayan bileği, küçülen ayak parmağı ve kuyruğu ve diğer özellikleri birden fazla grupta adım adım izleyebiliyoruz. Bu, daha önce geçişin çok da net olmadığı bir grubun evriminin mükemmel bir örneği.

Hem Dearc hem de  Skiphosoura,  kendi dönemlerine göre alışılmadık derecede büyükler; bu da pterodaktiloların muazzam boyutlara ulaşmasını sağlayan değişimlerin bu geçiş türlerinde de ortaya çıktığını gösteriyor.

Londra Queen Mary Üniversitesi’nden Dr. David Hone şunları söyledi: “Bu inanılmaz bir buluş. Bu inanılmaz uçan hayvanların nasıl yaşadığını ve evrimleştiğini bir araya getirmemize gerçekten yardımcı oluyor. Umarım bu çalışma gelecekte bu önemli evrimsel geçiş üzerine daha fazla çalışmanın temeli olur.”

Wisconsin-Maddison Üniversitesi’nden Adam Fitch şunları söyledi: “Pterosaurlar uzun zamandır geçmişin eşsiz yaşamının sembolleri olmuştur.  Skiphosoura,  pterosaur evrimsel ilişkilerini ve dolayısıyla bu soyun nasıl ortaya çıktığını ve değiştiğini anlamak için önemli bir yeni formu temsil ediyor.”

Lauer Vakfı’ndan René Lauer şunları söyledi: “Numune, genellikle üst üste bindirilmiş farklı kalitede kemiklerle eklemlerinden ayrılmıştı. Hem görünür hem de UV ışıkta çekilen numunenin dijital fotoğrafları, bu unsurları belirleme ve normal gün ışığında tek başına fark edilemeyen daha ince ayrıntıları daha iyi analiz etme sürecinde önemli ölçüde yardımcı oldu” ve Lauer Vakfı’ndan Bruce Lauer şunları söyledi: “Lauer Vakfı, bu önemli numuneyi bilime sunma ve pterozor evriminin anlaşılmasını ilerletme fırsatına sahip olmaktan gurur duyuyor”.

Örneği hazırlayan proje yazarı Stefan Selzer şunları söyledi: “Bir hazırlayıcı olarak Solnhofen kireçtaşından 60’tan fazla pterosaur örneği üzerinde çalıştım. Son hazırlık sırasında bu örneğin, en önemli tanı özelliği olarak kısaltılmış kuyruk olmak üzere, her iki büyük pterosaur grubunun özelliklerini birleştiren özellikler gösterdiğini fark ettim.”

Kaynak ve devamına Buradan ulaşabilirsin.

Deri Rengi Genlerinin Keşfi, Irklara Dair Eski Kavramları Çürütüyor!

Deri rengi, tarih boyunca yanlış bir şekilde insan “ırklarını” sınıflandırmak için kullanılan bir ölçüt olmuştur. Ancak son yıllarda yapılan genetik çalışmalar, bu kavramların bilimsel olarak geçersiz olduğunu ve insan biyolojisinin düşündüğümüzden çok daha karmaşık olduğunu göstermiştir. Pennsylvania Üniversitesi’nden genetikçi Sarah A. Tishkoff ve ekibi tarafından yapılan çalışmalar, deri rengini belirleyen genetik faktörlerin aslında ırklar arasında net bir sınır çizmediğini ortaya koyuyor.


1. Deri Renginin Genetik Temeli

Deri rengi, esas olarak melanin adı verilen pigmentin miktarı ve türü ile belirlenir. Melanin üretimi ise birden fazla genin etkileşimine bağlıdır.

  • Tishkoff’un çalışmaları, Afrika popülasyonları arasında bile deri rengini etkileyen büyük genetik çeşitlilik olduğunu göstermiştir.
  • Örneğin, SLC24A5, MFSD12, TYRP1, ve OCA2 gibi genler, deri renginde önemli rol oynar. Bu genlerin varyasyonları, hem açık hem de koyu cilt tonlarına katkıda bulunur ve bu varyasyonlar sadece bir kıtayla sınırlı değildir.

2. Irk Kavramını Çürüten Bulgular

  • Çalışmalar, açık veya koyu deri tonuna neden olan genetik varyasyonların, Afrika, Avrupa, Asya ve Amerika kıtaları arasında paylaşıldığını göstermiştir.
  • Özellikle Afrika’da, hem açık hem de koyu ten rengine neden olan genetik çeşitlilik mevcuttur. Bu durum, “koyu tenli olanlar yalnızca Afrika kökenlidir” veya “açık tenliler yalnızca Avrupalıdır” gibi yanlış anlayışları çürütür.

3. Deri Rengi ve Evrim

  • Deri rengi, büyük ölçüde çevresel faktörlere adaptasyon sonucunda evrimleşmiştir. Daha yüksek enlemlerde yaşayan popülasyonlar, D vitamini sentezi için açık ten geliştirmiştir, çünkü güneş ışığı daha azdır.
  • Daha düşük enlemlerde yaşayan popülasyonlar ise ciltlerini ultraviyole radyasyondan korumak için koyu tene sahip olmuştur. Bu, tamamen adaptasyonla ilgilidir ve “ırksal” bir anlam taşımaz.

4. Irk Kavramının Bilimsel Geçersizliği

  • Genetik farklılıklar, insan popülasyonlarının genelde yüzde 85’inin bireyler arasında, yüzde 15’inin ise gruplar arasında olduğunu gösteriyor. Yani, insanlar arasındaki genetik farklılıklar büyük ölçüde bireyseldir, ırksal gruplar arasında değil.
  • Deri rengi gibi dış görünüşe dayalı özellikler, genetik olarak insanın biyolojik yapısını sınıflandırmak için yeterli değildir.

5. Toplumsal Mesaj

Sarah A. Tishkoff’un çalışması, deri renginin ve genetik çeşitliliğin evrimsel bir süreç olduğunu vurgulayarak, ırkçılığın temellerini sorguluyor. Deri rengini belirleyen genetik yapıların, insanları birbirinden ayıran “keskin sınırlar” yaratmadığını göstermek, ırk kavramının bilimsel anlamda geçersiz olduğunu bir kez daha doğruluyor.


Sonuç

Deri rengi gibi görünür özellikler, insanları kategorize etmek için yüzeysel bir kriterdir. Genetik bilim, tüm insanlığın ortak bir geçmişi paylaştığını ve “ırk” kavramının biyolojik olarak anlam taşımadığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu tür bulgular, ırkçılığın bilimsel temellerini çürütürken, insanları birbirine bağlayan ortak biyolojik temelleri vurgulamaktadır.

70 milyon yıllık sırrı aydınlatabilecek bir kuş fosili bulundu

Brezilya’da keşfedilen bir fosil, bugünkü kuşların beyninin nasıl evrildiğiyle ilgili tüm bildiklerimizi yenileyebilir.

Cambridge Üniversitesi ve Los Angeles Doğa Tarihi Müzesi öncülüğündeki araştırmada bilim insanları, sığırcık kuşuna yakın büyüklüğündeki bir kuş fosilini inceledi.

İncelenen fosil, dinozorların da yaşadığı Mezozoik Çağ’a aitti.

Bilim insanları, fosil üzerinden kuşun beyin yapısını dijital olarak yeniden tasarlamayı başardı ve bugünkü kuş beyninin evrimsel geçmişi incelendi.

Araştırmayı yapan ekipten Dr. Guillermo Navalon, fosilin kafatası kısmının neredeyse hiç bozulmadan korunduğuna dikkat çekiyor.

Navalon hayranlık duyduğunu söylediği fosil üzerindeki incelemenin bugünkü kuşların anatomisini anlamamıza yardımcı olacağını kaydetti.

Navaornis adı verilen kuş, yaklaşık 80 milyon yıl önce, bugünkü Brezilya sınırları içerisinde yaşadı.

Bu dönemden hemen sonra tüm uçamayan dinozorların yeryüzünden yok olduğu biliniyor.

Kuşların beyninin evrimsel olarak nasıl geliştiğiyle ilgili bilgiler, 70 milyon yıllık bir boşluk içeriyor.

150 milyon yıl önce yaşayan ve ilk kuş türü olduğu düşünülen Arkeopteriks ile bugünkü kuşlar arasındaki halkalar henüz gizemini koruyor.

Navaornis’in beyninin Arkeopteriks’e göre daha büyük bir serebruma (sinir sistemi bölümü) sahip olduğu tespit edildi. Bu nedenle daha gelişmiş bilişsel kapasiteye sahip olduğu tahmin ediliyor.

Ancak bugünkü kuşlarla karşılaştırıldığında beyninin birçok bölgesi daha az gelişmiş görünüyor.

Yani Navaornis’in uçuşunu sağlayan mekanizmalar, bugünkü kuşlardan daha zayıf.

Dr. Navalon, “Kayıp parçanın zincire muhteşem şekilde uyduğu örneklerden birisini yaşıyoruz. İlk gördüğümde bu nedenle hayranlık duydum” diyor.

Cambridge Üniversitesi’nden Prof. Daniel Field de çalışmanın öncülerinden.

Field, günümüz karga ya da papağanlarının, çok gelişmiş bilişsel yetilere sahip olduğuna işaret ediyor.

Bilim insanlarının bu kuşların beyinlerinin nasıl bu kadar geliştiğini anlamakta zorlandığını dile getiriyor ve devam ediyor:

“Araştırmacılar tam da böyle bir fosilin bulunmasını bekliyordu. Bu tek bir fosil olabilir ancak kuşların beyninin evriminde yapbozun kayıp parçası olduğu kesin.”

Dr. Luis Chiappe ise bu yeni bulgunun, dinozorların tepesinde uçuşan bazı kuşların 80 milyon önce de bugünkü kafatası geometrisine sahip olduğunu ortaya çıkardığını kaydediyor.

Kaynak: Ana Kaynak için Tıklayın

Evrimleşme Hızları ve Mozaik Evrim: Her Canlı, Her Özellik, Her Gen Aynı Hızla Evrimleşmez!

Evrimsel değişimlerin bir canlıda her özelliğin aynı anda, topyekün değişmesi gerektiği yönündeki yaygın yanlış anlama, aslında evrimin doğasına aykırıdır. Evrim, yavaş yavaş biriken küçük değişiklikler aracılığıyla işler ve her özellik, çevresel baskılar, genetik çeşitlilik ve doğal seçilimle bağımsız olarak değişebilir. Yani, bir türdeki her özelliğin aynı anda evrimleşmesi gerekmez; farklı özellikler farklı hızlarda, farklı derecelerde ve bağımsız olarak değişebilir.

Bu yanlış anlamanın sebebi, genellikle organizmaların karmaşık yapılarının birbirine bağlı olduğunun fark edilmesinden kaynaklanır. Evet, vücut sistemleri ve organlar çoğu zaman birlikte çalışır ve bu özellikler birbiriyle ilişkili şekilde evrimleşmiş olabilir. Fakat bu, onların her zaman aynı anda değişmesi gerektiği anlamına gelmez. Örneğin, bir organizmanın iskelet sistemi evrimleşirken, kas yapısı ya da dolaşım sistemi de bununla uyumlu olacak şekilde değişiklik gösterebilir, ancak bu değişimlerin her biri kendi zaman çizelgesinde, kendi seçilim baskıları altında gerçekleşir.

Evrim, bu tür değişimlerin kademeli olarak meydana gelmesine izin verir. Dolayısıyla, bir özellik bir değişime uğradığında bu, diğer özelliklerin de aynı anda ve aynı ölçüde değişmesi gerektiği anlamına gelmez. Adaptasyon, çevreye uyum sağlayacak bir dizi küçük, bağımsız değişimin bir araya gelmesiyle meydana gelir. Bu şekilde, bir organizma zamanla çevresine daha iyi uyum sağlayacak nitelikler kazanırken, diğer özellikleri de farklı oranlarda veya farklı yönlerde değişiklik gösterebilir.

Kaynak: Sıradışı bilim sitesinden edinilen bilgi dahilinde yapay zeka ile oluşturulmuş bir yazıdır.

Ökaryotlar ile Prokaryotlar Arasındaki Kayıp Halka mı Bulundu?

Dünya üzerindeki tüm canlıları sınıflandırmak istersek en geniş küme ökaryotlar ve prokaryotlar şeklinde olur. Bu iki grup birbirlerinden milyonlarca yıl önce ayrıldı, ya da diğer bir deyişle, ökaryotlar prokaryotlardan ayır olarak evrim geçirmeye milyarlarca yıl önce başladı. Bu arada prokaryotlar da kendileri içerisinde bakterilere ve arkelere ayrıldı. Bir süre sonra ise arkeler prokaryotlardan farklı bir grup olarak sınıflandırılmaya başlandı. Bizler, ökaryotlar, arkelere özellikler açısından daha yakınız. Fakat ökaryotların prokaryotlardan nasıl ayrılıp farklı bir evrimsel süreç izlediği ne yazık ki hala merak konusu.

Upsala Üniversitesi’nde Lionel Guy ve Thijs Ettema’nın liderliğini yaptığı bir araştırma ekibi, ökaryotlar ile prokaryotlar arasındaki kayıp halka hakkında bir fikirlerinin olduğunu Mayıs ayının başlarında Nature‘da yayınladıkları makale ile duyurdular. Ekip yıllardır çalıştıkları Arktik Okyanusu’nın derinliklerinden bir miktar DNA kalıntısı çıkardı ve bunu inceledi. Bu DNA’ya sahip olan hücreyi görmemiş olsalar da incelemeler sonucunda bunun bir arkeye ait olduğunu anladılar. Fakat olayı dramatikleştiren tabii ki bu değil. Buldukları arke keşfedilmemiş bir tür ve sadece ökaryotların sahip olduğu bazı genleri DNAlarından bulunduruyorlar. Bu DNAlar sayesinde ise sadece ökaryotların sahip olduğu bazı hücresel özelliklere sahipler.

Dünya üzerindeki tüm canlıları sınıflandırmak istersek en geniş küme ökaryotlar ve prokaryotlar şeklinde olur. Bu iki grup birbirlerinden milyonlarca yıl önce ayrıldı, ya da diğer bir deyişle, ökaryotlar prokaryotlardan ayır olarak evrim geçirmeye milyarlarca yıl önce başladı. Bu arada prokaryotlar da kendileri içerisinde bakterilere ve arkelere ayrıldı. Bir süre sonra ise arkeler prokaryotlardan farklı bir grup olarak sınıflandırılmaya başlandı. Bizler, ökaryotlar, arkelere özellikler açısından daha yakınız. Fakat ökaryotların prokaryotlardan nasıl ayrılıp farklı bir evrimsel süreç izlediği ne yazık ki hala merak konusu.

Upsala Üniversitesi’nde Lionel Guy ve Thijs Ettema’nın liderliğini yaptığı bir araştırma ekibi, ökaryotlar ile prokaryotlar arasındaki kayıp halka hakkında bir fikirlerinin olduğunu Mayıs ayının başlarında Nature‘da yayınladıkları makale ile duyurdular. Ekip yıllardır çalıştıkları Arktik Okyanusu’nın derinliklerinden bir miktar DNA kalıntısı çıkardı ve bunu inceledi. Bu DNA’ya sahip olan hücreyi görmemiş olsalar da incelemeler sonucunda bunun bir arkeye ait olduğunu anladılar. Fakat olayı dramatikleştiren tabii ki bu değil. Buldukları arke keşfedilmemiş bir tür ve sadece ökaryotların sahip olduğu bazı genleri DNAlarından bulunduruyorlar. Bu DNAlar sayesinde ise sadece ökaryotların sahip olduğu bazı hücresel özelliklere sahipler.

Ekip şu an için Loki’nin ökaryotların nasıl evrimleştiğini anlamaya katkıda bulunabileceğini düşünüyor. Ettema’nın Phys.org’a yaptığı açıklamada, “Genom incelemelerini yaptıktan sonra bu yeni organizmanın mikroplar ve gelişmiş ökaryotlar arasında bir yerlerde var olduğunu düşünmeye başladık” diyor. Hatta belki de buldukları bu organizma geçiş basamakları ile doğrudan ilişkilidir. Bu konu üzerinde araştırmalar deva ediyor ve gelişmelerin neler olacağını bize zaman gösterecek. Ancak bu araştırma çoktan tüm bilim insanlarını heyecanlandırmayı başardı.

Kaynak : Ana Kaynak için Tıklayın

Yaşına göre hiç fena görünmüyor!

Bilim insanları 9.300 yıllık bizon mumyasına nekropsi uyguladı

Araştırmacılar bu neredeyse eksiksiz Sibirya step bizonuna uyguladıkları nekropsiyi bitirdiler. Bu tür (Bison priscus), son Buzul Çağı’nın sonunda soyu tükenen bir grup büyük memeliden (tüylü mamut dâhil) biriydi. Fotoğraftaki bizon doğu Sibirya’da düştüğü yerde donmuş olarak 9.300 yıl kaldı ve Yukagir köylüleri tarafından 2011’de keşfedildi. Hayvan, şu ana kadar en iyi korunmuş örneklerden biri sayılıyor. Basın bülteni şöyle diyor:

Yukagir bizon mumyası adı verilen hayvanın beyni, kalbi, kan damarları ve sindirim sistemi eksiksiz. Fakat bazı organlar zamanla ciddi derecede büzüşmüş. Nekropsi sırasında anatomisinin nispeten normal olduğu görüldü. Bariz bir ölüm sebebi yoktu. Ne var ki karın bölgesinde yağ bulunmaması, araştırmacılara hayvanın açlıktan ölmüş olabileceğini düşündürüyor.

Araştırmacılar bu bizonu inceleyerek türüne ve nasıl ortadan kalktığına dair bilgi edinmeyi umuyor.

Kaynak: Ana kaynak