Özet:
Bilişsel bilim insanları ve evrimsel biyologlardan oluşan bir ekip tarafından yapılan yeni araştırma, şempanzelerin davul vuruşları arasında düzenli boşluk kullanarak ritmik olarak davul çaldığını ortaya koyuyor. Sonuçları, doğu ve batı şempanzelerinin – iki farklı alt tür – ayırt edilebilir ritimlere sahip davul olduğunu gösteriyor. Araştırmacılar, bu bulguların insan müzikalitesinin yapı taşlarının şempanzelerin ve insanların ortak bir atasında ortaya çıktığını öne sürdüğünü söylüyor.
Kediler ve Köpekler Nasıl Birbirlerine Benzeyecek Şekilde Evrimleşiyor?

Ve yeni araştırmaya göre bu neden insanlığın suçu?
Yeni araştırmanın gösterdiğine göre evcilleştirme, kediler ve köpekleri daha çeşitli ama aynı zamanda ilginç bir şekilde benzer hale de getirdi; sağlık ve iyilikleri için ciddi sonuçlarla birlikte tabii ki.
Daha fazlasını okuEvrim: DNA ve Yaşamın Birliği
Evrim: DNA ve Yaşamın Birliği, DNA ve kalıtımla kavramsal bir bağlantıyı koruyarak evrimde genetiğin temel rolünü keskin bir şekilde aydınlatan sekiz haftalık, kapsamlı bir müfredat birimidir. Kağıt tabanlı ve etkileşimli multimedya dersleri aracılığıyla, birim öğrencileri sorgulamaya, modeller kullanmaya, kalıpları belirlemeye, yayınlanmış bilimsel çalışmalardan beceri düzeyine uygun verileri analiz etmeye ve kanıta dayalı argümanlar oluşturmaya dahil ederek Yeni Nesil Bilim Standartları (NGSS) ile uyumludur.
Daha fazlasını okuDış kulak evrimi için bir solungaç gen düzenleyici programının yeniden kullanılması
Evrim sırasında yeni yapıların nasıl ortaya çıktığı biyologları uzun zamandır büyüledi. Dramatik bir örnek, memeli orta kulağının küçücük kemiklerinin ataların balık çene kemiklerinden nasıl ortaya çıktığıdır1. Buna karşılık, başka bir memeli yeniliği olan dış kulağın evrimsel kökeni, kısmen fosillerde nadiren elde edilen mineralize olmayan elastik kıkırdak tarafından desteklendiği için bir gizem olmaya devam ediyor. Dış kulağın de novo olarak mı yoksa ataların gelişim programlarının yeniden kullanılmasıyla mı ortaya çıktığı bilinmemektedir. Burada, dış kulağın hem ilk büyümesi hem de daha sonra elastik kıkırdak gelişimi için balıkların ve amfibilerin solungaçlarıyla gen düzenleyici programlarını paylaştığını gösteriyoruz. İnsan dış kulağının ve zebra balığı solungaçlarının karşılaştırmalı tek çekirdekli multiomikleri, ortak transkripsiyon faktörü bağlama motifleri için zenginleştirilmiş korunmuş gen ekspresyonunu ve varsayımsal arttırıcıları ortaya koymaktadır. Bu, solungaçlardaki insan dış kulak arttırıcılarının ve dış kulaktaki balık solungaç arttırıcılarının transgenik aktivitesi ile yansıtılır. Ayrıca, at nalı yengeçlerinin kıkırdaklı kitap solungaçlarının tek hücreli multiomikleri, zebra balığı solungaçlarında bir kitap solungaç distalless geliştirici yönlendirici ekspresyonu ile omurgalılarla paylaşılan bir DLX aracılı solunç programını ortaya koyuyor. Bir omurgasız solungaç programının unsurlarının omurgalılarda önce solungaçları ve ardından dış kulağı oluşturmak için yeniden kullanılmasını öneriyoruz.
Kaynak ve devamına Buradan ulaşabilirsiniz.
Koş Lucy, Koş! İnsan Ataları Koşabilir Ama Çok Uzak veya Hızlı Değil
Australopithecus afarensis’in 3D modelleri, modern insanları daha iyi koşucular yapan kas adaptasyonlarına işaret ediyor.

Eski insan akrabaları, modern insanlar gibi iki ayak üzerinde koştu, ancak çok daha yavaş bir hızda, üç milyon yıldan daha uzun bir süre önce yaşamış küçük bir hominin olan Australopithecus afarensis’in 3D bilgisayar simülasyonlarını öneriyor.
Durham, Kuzey Carolina’daki Duke Üniversitesi’nde evrimsel antropolog olan Herman Pontzer, analizin homininin koşu hızının ve modern insanların uzun mesafeler koşmasını sağlayan kas adaptasyonlarının ayrıntılı bir anlık görüntüsünü sunduğunu söylüyor. “Bu çok kapsamlı bir yaklaşım,” diyor. Bulgular bu hafta Current Biology’de yayınlandı.
A. afarensis iki ayak üzerinde dik yürüdü ve fosillerini, iki ayaklılığın insan soyunda nasıl evrimleştiğini ortaya çıkarmak isteyen araştırmacılar için favori haline getirdi. Ancak İngiltere’deki Liverpool Üniversitesi’nde evrimsel biyomekanik araştırmacısı olan çalışmanın ortak yazarı Karl Bates, homininin çalışma yeteneğini araştırdığını, çünkü fosilleşmiş ayak izlerini ve kemikleri incelemekten daha fazlasını gerektirdiğini söylüyor.

YAVAŞ BIR MAYIN
Bates ve meslektaşları, yarım yüzyıl önce Etiyopya’da keşfedilen neredeyse eksiksiz 3,2 milyon yıllık A. afarensis örneği olan ‘Lucy’ iskeletinin 3D dijital modelini yarattı. Eski hominin kas kütlesini tahmin etmek için modern maymunların kas özelliklerini ve Lucy’nin kemiklerinin yüzey alanını kullandılar. Araştırmacılar daha sonra Lucy modellerini ‘çalıştırmak’ için bir simülatör kullandılar ve performansını modern bir insanın dijital modeliyle karşılaştırdılar.
Simülasyonlar, modern insanlarda koşuya dayanıklılığa fayda sağladığı düşünülen uzun Aşil tendonu ve kısaltılmış kas liflerinden yoksun olmasına rağmen Lucy’nin iki ayak üzerinde koşabileceğini gösterdi. Ancak hız Lucy’nin gücü değildi: araştırmacılar onu insan kaslarıyla yeniden şekillendirdikten sonra bile saniyede sadece beş metreye ulaşabiliyordu. Buna karşılık, insan modeli saniyede yaklaşık 8 metrede koştu. Araştırmacılar modellemelerinden vücut boyutunu kaldırdıklarında bile, Lucy’nin koşusu hala modern insanların gerisinde kaldı ve bu da fiziksel oranlarının ana suçlu olduğunu düşündürdü. Bates, “Tüm kasları toplasanız bile, yine de daha yavaştı,” diyor.
Daha sonra, araştırmacılar koşu sırasında belirli kasların enerji harcamasında bir rolü olup olmadığını değerlendirdiler. Lucy modeline insan benzeri ayak bileği kasları eklediklerinde, enerji maliyeti benzer büyüklükteki diğer hayvanlarınkiyle karşılaştırılabilirdi. Ancak ekip insan ayak bileği kaslarını maymun kaslarıyla değiştirdiğinde koşmak Lucy için daha yorucu hale geldi. Bu, Aşil tendonundaki ve çevresindeki kaslardaki adaptasyonların modern insanların uzun süre koşmasını sağladığını göstermektedir.
Bates ve meslektaşları şimdi yorgunluğun ve kemik gerginliği de Lucy’nin koşusunu etkileyip etkilemediğini araştırmayı planlıyorlar.
Kaynak ve devamına Burdan ulaşabilirsiniz.
Büyük Maymunlar Dilin Bilişsel Temellerini Taşıyor Olabilir

Peki neden kendi dilleri evrimleşmemiş?
Bir kediyi fare kovalarken görüyorsunuz. Muhtemelen fark etmezsiniz ama bu sahnenin gerçekleştiğini görür görmez beyniniz kedi ve fare arasında önemli bir ayrım yapar: Kimin kovaladığını ve kimin kovalandığını belirler. Bu “obje” (bir eylemi yürüten varlık) ile “süje” (bu eylemin yürütüldüğü varlık) arasındaki ayrım yapma kabiliyeti, “olay ayrışımı” şeklinde adlandırılıyor ve uzun süredir insanlara özgü olduğu düşünülüyor.
Fakat Salı günü PLOS Biology bülteninde yayımlanan yeni bir çalışmada, durumun böyle olmadığı öne sürülüyor: Büyük maymunlar da (özellikle de goriller, şempanzeler ve orangutanlar) olayları bizim yaptığımız gibi takip edip obje ile süje arasında ayrım yapıyor gibi duruyor. Bu önemli bir bulgu çünkü bilim insanları olay ayrışımının, insanlara özgü bir şeyin merkezinde yattığını düşünüyor. “Obje” ve “süje” kavramlarının, dilsel özne ve nesne kavramlarıyla kuvvetli bir benzerlik sergilemesi tesadüf değil; bilim insanları olay ayrışımının bilişsel işleyişinin, insan dilinin sözdizimi ve yapısının altında yattığına inanıyor.
Popular Science‘a konuşan makalenin baş yazarı Vanessa Wilson, ekibinin olay ayrışımı ve dil arasındaki ilişkiyle ilgili önemli bir soruyu cevaplamaya koyulduğunu söylüyor; tavuk ve yumurtayla ilgili o klasik bilmeceyi hatırlatan bir soru bu: Dil kapasitemiz, olay ayrışımına dönük kabiliyetimizden önce mi geldi yoksa tam tersi mi? Araştırma takımı bu soruyu cevaplamak için maymunlara bir dizi video klibi izleterek, maymunlar bu klipleri izlerken onların göz hareketlerini takip etmiş.
Bunun sonucunda da tıpkı insanlarda olduğu gibi maymunların dikkatinin obje ve süje arasında gidip geldiğini keşfetmişler. Bu durum, ikisi arasında ayrım yapma kabiliyetimizin onlarda da bulunduğuna işaret ediyor ve olayları ayrıştırma kapasitesinin ilk önce evrimleştiğini, bunun da dil için bilişsel bir temel sağladığını akla getiriyor.
Maymunlar, pek çok hayvan gibi birbirleriyle açık biçimde iletişim kuruyor. Bunu yapma şekilleri de şaşırtıcı biçimde insanlarınkine benziyor olabilir: Sırayla ses çıkarıyorlar, araya giriyorlar ve bireyselleşmiş sesleri var. Yine de iletişimleri, insan dilini ayırt eden karmaşıklıktan yoksun. Görünüşe göre daha etkili iletişim kurabilmek evrimsel bir avantaj sağlar; peki maymunlar dilin evrimleşmesi için bilişsel iskelet sergiliyorsa dil neden evrimleşmedi?

Wilson, bu sorunun cevabının henüz belli olmadığını söylüyor: “Önerilerden biri de sosyal bilişimizin [insan dil gelişiminde] bir rol oynamış olması ve sosyal işbirliği ihtiyacımızın, dünyayı algılama ve anlamlandırma şeklimizin cisimleşmesine yön vermesi.”
İnsanlar, en yakın primat akrabalarımızdan önemli ölçüde daha geniş beyinlere sahip. Kuramlardan biri de bu durumun sebebinin en azından bir kısmının, (dilin kilit bir rol oynadığı) karmaşık sosyal etkileşimlerimiz olması. Bu da başka bir tavuk -yumurta sorusu: Büyük beyinlerimiz dil kullanmayı kolaylaştırmak üzere mi evrimleşti yoksa dil kabiliyetimiz büyük beyinlerimiz sebebiyle mi gelişti? Wilson yine cevabın tamamen net olmadığını söylüyor: “Sözdizimi evriminin bir kuramında da evrimin, hesaplama kabiliyetimizdeki bir artışın karmaşık ifadeler oluşturma kabiliyetimize yol açtığı ileri sürülüyor ki bu da konuşma yoluyla cisimleştirdiğimiz bir şey. Bu yüzden beyin boyutunun bu noktada bir rol oynadığına yönelik bir argüman kesinlikle var.”
“Fakat” diye devam ediyor, “Birinin diğerine yol açtığını söyleyebileceğimizden kuşkuluyum. Eğer daha büyük beyinler dile yol açan hesaplama bakımından faydalıysa, o halde beyin boyutuna ve iletişim karmaşıklığına bir tür geri besleme döngüsü şeklinde yön vermek üzere devam eden bir seçilim baskısı olmuş olabilir; bu noktada dil baskıları beyin boyutunun artmasını gerektirir ve artan beyin boyutu dil için faydalıdır.”
Makalede başka bir ihtimale de değiniliyor. Diğer hayvanlar “insan benzeri olay ayrışımı kabiliyeti” sergiliyor olabilse de “obje -süje ilişkileri hakkında iletişim kurma motivasyon veya kaynakları bulunmuyor.” Bu durum, neden erken dönem insanların o motivasyona sahip olduğu sorusunu ortaya çıkarıyor: Dil, bir gorilin kolunu yakalayıp yiyeceğe doğru çevirmek gibi daha basit iletişim yöntemlerinden nasıl (ve neden) evrimleşti? Wilson yine kuramlardan birine göre sosyal bilişimizin “bizi (yırtıcıya özgü alarm çağrıları veya besin çağrıları gibi) tekil objelerle alakalı iletişim kurmaktan, farklı objelerin etkileşimleri hakkında iletişim kurmaya götürerek”, bu konuda bir cevap sunabileceğini söylüyor.
Fakat bunun sonucunda daha temel bir soru da ortaya çıkıyor: Bu iletişim hangi noktada dile dönüştü? Wilson, bu sorunun “dilbilimcilerin ve biyologların tartışmaya devam ettiği” sorulardan biri olduğunu ve bunun zannedildiği kadar açık olmayabileceğini söylüyor: “Hayvan iletişimi üzerine devam eden araştırmalar, insanların benzersizliğine dair bildiklerimizi sürekli yeniden tanımlıyor ve bu konuda beklenmedik değişiklikler meydana getiriyor.”
Bununla birlikte, insan dilinin onu diğer iletişim şekillerinden ayıran birkaç özelliği olduğunu açıklıyor bilim insanı. “Bu özelliklerden biri de tümlemeli olması; yani tek anlama sahip kelimeleri farklı sıralarda birleştirme ve karşılığında belli anlamlar meydana getirme kabiliyetimiz. Tümleme hayvan iletişiminde de mevcut fakat şimdiye kadar yalnızca çok daha basit şekillerde bulunmuş; örneğin bireysel ve beraber olarak farklı anlamlar meydana getiren iki çağrının veya el hareketinin birleşimi gibi.”
Wilson şöyle devam ediyor: “Bir diğer eşsiz taraf da özyineleme; yani sözdiziminin temeli olduğu düşünülen, iç içe geçmiş hiyerarşik yapılar oluşturma kabiliyetimiz. Bir kurama göre bu, büyüyen lügata yanıt olarak ortaya çıkmış; örneğin artan sinyal sayısında bir üst sınır varmış, bu yüzden sözdizimi bu sinyalleri daha kolay birleştirmemizi sağlamış.”
Ancak nihayetinde, hayvanlar ve onların iletişim kurma şekilleriyle (ve bu iletişim şekillerinin altında yatan bilişsel mekanizmalar) ilgili ne kadar fazla şey öğrenirsek, insanların belki de düşünmek istediğimiz kadar benzersiz olmadığını o kadar fazla anlıyoruz. “Kısacası” diyor Wilson, “insanların ve diğer türlerin iletişimi arasındaki farkın çeşitten ziyade derece farkı olduğuyla ilgili gitgide daha fazla şey keşfediyoruz… Bu noktada, iletişim karmaşıklığına yön veren olası unsurlara dair öğrendiklerimizin hâlâ buzdağının görünen kısmı olduğunu söylerim.”
Yazar: Tom Hawking/Popular Science. Çeviren: Ozan Zaloğlu.
Kaynak: Ana kaynak için tıklayın
Homo erectus’un Yanında Başka Bir Türün Ayak İzleri Bulundu!
Kenya’nın Koobi Fora bölgesinde bulunan 1,5 milyon yıllık ayak izleri, iki farklı insan akrabasının birlikte yürüdüğünü gösteriyor.

Fosilleşmiş ayak izleri, Kenya’nın kuzeyindeki Turkana Havzası’ndaki tortularda keşfedildi. C: Kevin G. Hatala, Chatham Üniversitesi
Kenya’daki Koobi Fora bölgesinde bulunan bir dizi ayak izi, atalarımız Homo erectus‘un 1,5 milyon yıl önce Paranthropus boisei adlı şimdi soyu tükenmiş, iki ayak üzerinde yürüyen bir homininle bir arada yaşadığını kanıtlıyor.
Fosil tarihinde bir ilk olarak, araştırmacılar Kenya’da bulunan bu 1,5 milyon yıllık ayak izlerini duyurdu. Bu izler, iki farklı proto-insan türünün aynı dönemde bir arada yaşadığını ve belki de etkileşimde bulunduğunu gösteriyor. Bu durum, atalarımızın davranışlarına dair yeni sorular gündeme getiriyor.
“Bu iki türün aynı doğal ortamda birbirlerinin varlığının farkında olduğunu ve muhtemelen birbirlerini ‘farklı’ olarak tanıdıklarını tahmin ediyorum” diyor Pennsylvania’daki Chatham Üniversitesi’nden paleoantropolog Kevin Hatala.
Ayak İzlerinin Keşfi
Hatala liderliğindeki bir araştırma ekibi, 2021 yılında Kenya’nın Turkana Gölü’nün doğu kıyısındaki Koobi Fora bölgesinde bulunan ayak izlerini analiz etti. Bulgularını Science dergisinde yayımladılar.

Homo erectus’un yaptığı fosil ayak izinin üstten görünümü. C: Kevin G. Hatala, Chatham Üniversitesi
Doğu Afrika’da daha önce de birçok fosil ayak izi keşfedilmişti; örneğin Tanzanya’daki ünlü Laetoli ayak izleri, 3,6 milyon yıl önce Australopithecus afarensis (Lucy’nin türü) tarafından yapılmıştı. Ancak Koobi Fora izlerinde dikkat çeken bir farklılık vardı: Göl kenarındaki çamurda, birkaç saat arayla, önemli ölçüde farklı ayaklara sahip iki farklı iki ayaklı tür iz bırakmıştı.
Koobi Fora, yaklaşık 3 milyon yıl boyunca birçok hominin türüne ev sahipliği yaptı. Bu türler arasında iki farklı Australopithecus türü ve Homo cinsine ait dört üye bulunuyordu. Ancak fosil kayıtları eksik ve parçalı olduğu için paleoantropologlar, hangi hominin türlerinin aynı dönemde bir arada yaşadığını tam olarak belirleyememişti.
Yeni keşfedilen Koobi Fora ayak izleri, yaklaşık 8 metre uzunluğunda bir patikadan oluşuyor. Bu patikada, bir birey tarafından yapılmış bir düzine ayak izi ve diğer üç birey tarafından yapılmış üç ayrı ayak izi yer alıyordu. Ayrıca, soyu tükenmiş dev bir marabu leyleği (Leptoptilos falconeri) de bu çamurlu alandan geçmiş ve iz bırakmıştı.

Paranthropus boisei tarafından oluşturulan bir fosil ayak izinin yukarıdan görünümü. C: Kevin G. Hatala, Chatham Üniversitesi
Homo Erectus ve Paranthropus Boisei
Hatala ve ekibi, 3B görüntüleme teknikleri kullanarak izlerin şekillerini ve hareketlerini değerlendirdi. İzlerden ikisinin, modern insanlarda görülen yüksek kemerli bir yapıya ve topuktan parmağa doğru ilerleyen bir yürüyüşe sahip olduğunu belirlediler. Bu izlerin, insan benzeri vücut yapısına ve boyutuna sahip olan atalarımızdan Homo erectus tarafından bırakıldığı düşünülüyor.
Ancak bir düzine izden oluşan diğer patika, farklı bir modele işaret ediyordu. Bu izler, topuktan ziyade ön ayakla daha derin bir temas göstermekteydi. Ayrıca, baş parmak biraz dışa dönüktü ve insanlarda olduğu gibi ayakla tam olarak hizalı değildi. Araştırmacılar, bu izlerin muhtemelen iri yapılı çene ve büyük baş parmak gibi özelliklere sahip olan Paranthropus boisei adlı bir tür tarafından yapıldığını düşünüyor.
Araştırmacılar, ayakların boyutlarının farklı olduğunu belirledi ancak izlerin cinsiyet veya yaşa (erkek, dişi ya da çocuk) ait olup olmadığını tam olarak söylemek için yeterli bilgiye sahip değillerdi. Paranthropus boisei bireyinin bıraktığı izler, yaklaşık 42-43 numara ayakkabıya denk geliyordu. Buna karşın Homo erectus izleri daha küçüktü; yaklaşık 36-38 numara ayakkabıya eşdeğerdi.

H. erectus ve P. boisei tarafından yapılan izlerin üç boyutlu modeli. C: Kevin G. Hatala, Chatham Üniversitesi
Davranışsal ve Anatomik İpuçları
Colorado Eyalet Üniversitesi’nden paleoantropolog Zach Throckmorton, bu ayak izlerinin “Homo erectus ve Paranthropus boisei‘nin 1,5 milyon yıl önce Koobi Fora’da bir arada bulunduğuna dair ikna edici kanıtlar sunduğunu” belirtiyor. Ayrıca, insanlarda ayak başparmağının stabilitesinin, yürüme ve koşmada ayak problemlerini önlemek için kritik bir adaptasyon olduğuna dikkat çekiyor ve Paranthropus boisei‘ye atfedilen izlerin bu adaptasyondan yoksun olduğunu söylüyor.
Bu izler, anatomik farklılıkların yanı sıra atalarımızın davranışlarına dair de ipuçları sunuyor. Dartmouth College’dan paleoantropolog Jeremy DeSilva, “Ayak izleri, bir anda çekilmiş bir anlık görüntü gibidir” diyor. “Bu araştırma sayesinde bu iki farklı hominin türünün sadece aynı dönemde yaşadığını değil, aynı manzarayı paylaştığını ve hafifçe farklı yürüyüşlere sahip olduğunu kesin olarak biliyoruz. Acaba birbirleri hakkında ne düşünüyorlardı ve nasıl etkileşimde bulunuyorlardı?”
Hatala, bu etkileşimlerin şempanzeler ve gorillerin birbirleriyle olan ilişkilerine benzeyebileceğini belirtiyor. Ancak, bu yeni bulunan izler birbirine birkaç metre mesafede ve kısa bir zaman aralığında yapılmış olduğu için Paranthropus boisei ve Homo erectus‘un birbirine düşündüğümüzden daha yakın olabileceğini öne sürüyor.
“Birbirlerini gördüklerinde ne düşündüklerini ve nasıl etkileşimde bulunduklarını düşünmek büyüleyici” diye ekledi Hatala.
Hepimiz Neandertal ve Denisovalı DNA’sı Taşıyoruz
Hepimiz, çeşitli oranlarda Neandertal ve Denisovalı DNA’sı taşıyoruz. Peki bu durum bizi tam olarak nasıl etkiliyor?

Burun ve ağzımız Neandertal ve Denisovalı genleri tarafından şekillendirilmiş olabilir.
Homo sapiens, günümüzde ayakta kalan son insan türü olabilir, ancak geçmişte yalnız değildik. Tarihimizin büyük bir bölümünde cinsimizin diğer üyeleriyle birlikte yaşadık ve atalarımız Neandertal ve Denisovalı akrabalarıyla ilişki kurma fırsatını kaçırmadılar.
Bu türler arası etkileşimlerin üzerinden binlerce yıl geçti, fakat atalarımızın bu yakınlaşmalarının etkilerini hâlâ taşıyoruz. Antik DNA tespiti ve genom dizileme alanındaki son gelişmeler sayesinde, bilim insanları bu genetik etkileşimlerin sağlığımızı, görünüşümüzü ve fizyolojimizi nasıl şekillendirdiğini anlamaya başlıyor.
Arkaik insan DNA’sının modern insan genomuna olan etkilerini inceleyen bir araştırma, Homo sapiens’in Afrika’dan farklı zamanlarda göç ettiğini ve bu göç dalgalarının, insanların Avrasya’da farklı bölgelerde Neandertallerle çiftleşmesine yol açtığını ortaya koyuyor. Bunun bir sonucu olarak, bugün yaşayan insanlar, bu soyu tükenmiş türlerden miras kalan karmaşık bir genetik mozaiğe sahip.
Son çalışmalar, Homo sapiens’in üç ayrı Denisovalı popülasyonuyla da çiftleştiğini gösteriyor. Bu nedenle, Afrikalı olmayan bireylerin genomlarının yaklaşık yüzde 2’si Neandertallerden gelirken, Okyanusya’daki bazı yerli gruplarda bu oran Denisovalı DNA’sı için yüzde 2-5 arasında değişiyor.
Neandertal ve Denisovalı Genlerinin Etkileri
Bu arkaik genlerin bize etkilerini inceleyen araştırmacılar, Neandertal DNA’sının burun boyutumuzu artırdığını, Denisovalı genlerinin ise dudak genişliği ile ilişkili olduğunu belirtiyor. Daha önceki çalışmalar, Denisovalıların ortalama modern insana kıyasla daha dar ağızlara sahip olabileceğini öne sürmüştü.
Bazı bulgular, Neandertal genlerinin sirkadiyen ritmimizi etkileyerek bizi sabah erken uyanmaya daha yatkın hale getirebileceğini gösteriyor. Ancak, atalarımızdan miras kalan genetik dizilimlerin çoğunluğu bağışıklık sistemi işlevleriyle ilgili.
Araştırmacılara göre, bu şaşırtıcı değil; çünkü Neandertaller ve Denisovalılar, Avrasya’daki patojenlerle başa çıkmaya daha iyi uyum sağlamıştı. Afrikalı Homo sapiens göçmenleri, bu genetik avantajları çiftleşme yoluyla kazanarak enfeksiyonlara karşı koruma sağlayan genleri doğal seçilim yoluyla gelecek nesillere aktarmış olabilir.
Hastalık Riski ve Avantajlar
Ancak araştırmacılar, bu bağışıklıkla ilgili genlerin, modern bireylerde hastalık yatkınlığına da katkıda bulunabileceğini belirtiyor. Örneğin, kromozom 12 üzerindeki bir Neandertal gen kümesi, ciddi COVID semptomlarına karşı koruma sağlarken, kromozom 3 üzerindeki başka bir küme, hastalığa karşı duyarlılığımızı artırıyor olabilir.
Benzer şekilde, modern Japon genomlarının analizi, Denisovalı DNA’sının tip II diyabet ve koroner arter hastalığı gibi sağlık sorunlarıyla ilişkili olduğunu ortaya koydu.
Afrika ve “Hayalet” Hominidler
Bu tür keşifler, türümüzün genetik tarihini aydınlatmaya yardımcı olurken, hâlâ birçok bilinmeyen mevcut. Örneğin, farklı insan türleri arasındaki gen akışının modern Afrika popülasyonlarının DNA’sını nasıl etkilediği hâlâ belirsizliğini koruyor. Bazı bilim insanları, bu gruplarda bilinmeyen bir “hayalet” hominidin genetik izlerinin bulunabileceğini düşünüyor.
Yine de araştırmacılar, “Son çalışmalar, modern insanlar, Neandertaller ve Denisovalılar arasındaki gen akışının tarihine dair yeni bilgiler sunmaya devam ediyor ve bu karışımın modern insanlarda önemli işlevsel, fenotipik ve evrimsel sonuçları olduğunu açıkça ortaya koyuyor” sonucuna varıyor.
Karşılıklı Evrim (Koevolüsyon) Nedir? Vücudumuzdan Karşılıklı Evrim Örnekleri.
Karşılıklı evrim (koevolüsyon), iki veya daha fazla türün, birbirleriyle olan etkileşimleri sonucunda karşılıklı olarak evrimsel değişiklikler geçirdiği bir süreçtir. Bu süreç, bir türde meydana gelen değişimin diğer türün adaptasyonlarını tetiklediği dinamik bir döngüyü ifade eder. Özellikle, ortak yaşam (simbiyoz), av-avcı ilişkisi, parazit-konak etkileşimleri gibi türler arası ilişkilerde belirgin bir şekilde görülür.

Karşılıklı Evrim Türleri
- Avcı-Av İlişkisi:
- Avcı türlerin avlarını yakalamak için daha iyi yetenekler geliştirmesi, av türlerinin de bu tehditlere karşı adaptasyonlar geliştirmesine neden olur. Örneğin, daha hızlı koşan bir av hayvanı, avcının daha hızlı koşma yeteneğini seçilim baskısı altında bırakır.
- Simbiyotik İlişkiler:
- İki tür arasında karşılıklı faydaya dayalı ilişkiler, karşılıklı evrime yol açabilir. Örneğin, çiçeklerin tozlaşmasına yardımcı olan arılar ve bitkiler arasındaki ilişki.
- Parazit-Konak İlişkisi:
- Parazitler, konak türlerini enfekte etmek için adaptasyonlar geliştirirken, konaklar da bu parazitlere karşı direnç kazanmak için evrimleşir.
Vücudumuzdan Karşılıklı Evrim Örnekleri
- Mikrobiyom ve İnsan Sağlığı:
- İnsan bağırsaklarında yaşayan faydalı bakteriler, besinleri sindirmemize yardımcı olurken, biz de onlara yaşamak için uygun bir ortam sağlarız. Bu simbiyotik ilişki, bakterilerin ve bağırsağın karşılıklı evrimini sağlamıştır. Örneğin:
- Laktobasiller, insanın süt ürünlerini sindirme yeteneğini artırır.
- Bağırsak bakterileri, bağışıklık sistemimizin evriminde rol oynamıştır.
- İnsan bağırsaklarında yaşayan faydalı bakteriler, besinleri sindirmemize yardımcı olurken, biz de onlara yaşamak için uygun bir ortam sağlarız. Bu simbiyotik ilişki, bakterilerin ve bağırsağın karşılıklı evrimini sağlamıştır. Örneğin:
- Patojenler ve Bağışıklık Sistemi:
- İnsan bağışıklık sistemi, enfeksiyonlara neden olan patojenlere (örneğin virüsler, bakteriler) karşı evrimleşirken, patojenler de bağışıklık sistemimizi aşmak için yeni stratejiler geliştirmiştir. Örnekler:
- HIV virüsünün hızlı mutasyon kabiliyeti, bağışıklık sistemimizi sürekli uyum sağlamaya zorlar.
- İnsanlarda antikor çeşitliliği ve patojenlerin antijen değişiklikleri bu karşılıklı evrim sürecinin bir parçasıdır.
- İnsan bağışıklık sistemi, enfeksiyonlara neden olan patojenlere (örneğin virüsler, bakteriler) karşı evrimleşirken, patojenler de bağışıklık sistemimizi aşmak için yeni stratejiler geliştirmiştir. Örnekler:
- Anne ve Fetüs Arasındaki Evrimsel Çatışma:
- Anne ve fetüs arasında besin paylaşımı konusunda bir denge vardır. Fetüs, anneden daha fazla besin almak için adaptasyonlar geliştirmiştir (örneğin, plasenta aracılığıyla). Ancak anne, kaynaklarını korumak için fetüse karşı savunma mekanizmaları geliştirmiştir.
- Parazitler ve Genetik Çeşitlilik:
- Sıtma parazitine (Plasmodium falciparum) karşı korunmak için, insan popülasyonlarında orak hücreli anemi gibi genetik adaptasyonlar evrimleşmiştir. Bu da parazitlerin insan bağışıklık sistemini aşmak için yeni yollar geliştirmesine neden olmuştur.
- Sindirim Sistemimiz ve Beslenme:
- İnsan sindirim sistemi, bazı gıdaları (örneğin nişasta veya laktoz) sindirebilmek için evrimsel değişiklikler geçirmiştir. Bu süreçte, mikroorganizmalarla simbiyotik ilişkilerimiz de evrimleşmiştir.
Koevolüsyonun Önemi
Karşılıklı evrim, türler arasındaki karmaşık ilişkileri anlamamıza yardımcı olur ve biyolojik çeşitliliğin nasıl oluştuğunu açıklar. İnsan vücudu, birçok mikroorganizma, patojen ve çevresel faktörle etkileşim halinde olduğu için koevolüsyonun çarpıcı örneklerini sergiler. Bu süreç, hem insan sağlığını hem de biyolojik uyum mekanizmalarını şekillendirmeye devam etmektedir.
Kaynak: Sıradışı bilim sitesinden edinilen bilgiler doğrultusunda yapay zeka da geliştirilmiş bir içeriktir.
Titanosaurlar: Keşfedilen En Büyük Dinozorlar!

Titanosaurlar dinozor dünyasının devleri olarak bilinir ve bugüne kadar keşfedilen en büyük kara hayvanları arasında yer alır. Bu devasa yaratıklar, Sauropod dinozor grubuna aittir ve yaklaşık 100 ila 66 milyon yıl önce (Kretase Dönemi) Dünya’da yaşamışlardır.
Titanosaurların Genel Özellikleri
- Boyut ve Ağırlık:
- Titanosaurların boyu türlerine göre 10 ila 37 metre arasında değişir.
- Ağırlıkları ise 20 ila 100 ton arasında olabilir. Bazı türlerin, neredeyse bir modern yolcu uçağı kadar ağır olduğu düşünülüyor!
- Vücut Yapısı:
- Uzun boyunları ve kuyrukları, onları diğer sauropodlardan ayırır.
- Gövdeleri geniş, bacakları ise direk şeklindedir, bu da devasa vücutlarını taşımalarına yardımcı olur.
- Beslenme:
- Otoburdular ve ağaçların üst kısımlarındaki yapraklar gibi yükseklerdeki bitkilerle beslenirlerdi.
- Günde yüzlerce kilogram bitki tüketebildikleri tahmin ediliyor.
- Koruma ve Savunma:
- Büyük boyutları, doğal bir savunma mekanizmasıydı. Yetişkin bir titanosaura saldırabilen çok az yırtıcı hayvan vardı.
En Büyük Titanosaurlar
- Patagotitan mayorum:
- Şu ana kadar keşfedilen en büyük titanosaurlardan biridir.
- Boyu yaklaşık 37 metre, ağırlığı ise 70 ton civarındadır.
- Fosilleri, Güney Amerika’da (Arjantin) bulunmuştur.
- Argentinosaurus:
- Bir diğer devasa titanosaurlardan biri olan Argentinosaurus, boyu 30-35 metreye kadar ulaşan ve 60-70 ton ağırlığında olduğu düşünülen bir türdür.
- Dreadnoughtus:
- İsmi, “hiçbir şeyden korkmayan” anlamına gelir. Yaklaşık 26 metre uzunluğunda ve 65 ton ağırlığındadır.
Keşifler ve Fosiller
Titanosaurların fosilleri genellikle Güney Amerika (özellikle Arjantin) ve Afrika gibi bölgelerde bulunur. Bu bölgeler, devasa otoburların yaşam alanı için uygun bir ekosisteme sahipti. Ancak devasa boyutlarına rağmen fosilleri oldukça nadirdir, çünkü bu kadar büyük kemiklerin zamanla korunması oldukça zordur.
Titanosaurların Evrimi ve Soyu
Titanosaurlar, Jura Dönemi’nde ortaya çıkan diğer sauropodlardan evrimleşmiş ve Kretase Dönemi’nde zirveye ulaşmıştır. Ancak Kretase’nin sonunda gerçekleşen kitlesel yok oluş olayında (yaklaşık 66 milyon yıl önce), diğer dinozorlarla birlikte titanosaurlar da yeryüzünden silinmiştir.
İnsanları Etkileyen Bir Miras
Titanosaurlar, büyüklükleriyle bilim insanlarını ve dinozor meraklılarını hayran bırakmaya devam ediyor. Onların keşfi, Dünya’nın geçmişindeki yaşam çeşitliliğini ve devasa boyutların evrimsel avantajlarını anlamamıza katkı sağlıyor. Özellikle Patagonya’da bulunan fosiller, bu yaratıkların gerçek boyutlarını kavramamızda büyük rol oynadı.
Bu devlerin hikayesi, evrimin sınırlarının ne kadar geniş olabileceğini bize gösteriyor! 🌍🦕
Kaynak: Görsel sıradışı bilim sitsesinden alınmış olup içerik yapay zeka çerçevesinde hazırlanmıştır.

