Hayvansal Protein ve Bitkisel Protein Arasında Fark Var Mı?

Bazı yazarlar, hayvanların işlem görme şekli dışında ister hayvan ister bitki kaynaklı olsun, protein proteindir derler. Buna ne cevap verirsiniz?

Hayvan ve bitki proteinleri arasındaki başlıca farklılığın, bunların amino asit profilleri olduğu bilgisine sahibiz ve emilen amino asitlerin vücut içinde kullanılma oranlarını yöneten şeyler bu profillerdir. Hayvan kaynaklı proteinler tabii ki bizim proteinlerimize çok daha fazla benzer haldedirler, bu yüzden, bitki proteinlerinden daha kolay ve hızlı şekilde kullanılırlar. Yani, hayvan temelli proteinlerden türetilen ‘alt tabaka’ amino asitler, kendi protein sentezleme tepkimelerimiz için daha kolay şekilde mevcutturlar ve bu sayede tam hızda çalışırlar. Bitki proteinleri, bir veya daha fazla amino asit bakımından kısıtlıdırlar. Bir bitki proteinindeki bağıl amino asit eksikliğini düzelttiğimizde, hayvan proteinlerine eşdeğer bir tepki oranı elde ederiz. Benim laboratuvarımda, bu görüşü destekleyen deneysel veriler üretildi; ve tabii ki, geçmişte diğer laboratuvarlarda yapılan benzer gözlemler de bu yönde yorumlanabilir.

Hayvan ve bitki proteinleri arasındaki profil farklılıklarının bazıları, sırasıyla doku tepkilerini haber veren arginin/lisin oranlarıyla önceden belgelenmişti.

Hayvan proteinlerinde ayrıca, asit üreten metabolitlere metabolize olan ve daha yüksek yoğunluklarda sülfür içeren amino asitler vardır. Bunun sonucunda, konağın aleyhine olan bu ters asit etkilerini azaltmak için, hafifçe daha düşük olan fizyolojik pH düzeltilmeli ve kalsiyum gibi tamponlar kullanılmalıdır.

Fakat benim ana tezimde, çalışmamın ilgili olduğu kadar, protein ve kanser üzerindeki gözlemlerimiz, hatırı sayılır detayda çalışma yapılmasına rağmen, bunun daha önemli ve daha küresel olduğu hipotezinin sinyallerini veriyordu. Bu yüzden, hayvan ve bitki proteinlerinin ince yapısal ve işlevsel özellikleri üzerinde çok önemli yapılar olarak özellikle durmak istemiyorum. Bunun yerine, benim görüşlerim daha çok, proteine olan büyük saygımızın, özellikle ‘yüksek kaliteye’ sahip hayvan proteini konusundaki mantıksız saygımızın hem biyolojik hem de sosyokültürel sonuçlarının ne olduğunu sormaya benziyor. Olağandışı şekilde önemli ve değerli olan bazı şeylerin burada olduğunu düşünüyorum.

Protein hakkındaki mesele, en iyi şekilde, benim kitabım olan The China Study‘de özetlenmiş ve örneklenmiştir. Ancak, bu konu hakkında daha fazla şey vardır; çok ama çok daha fazla. Tezlerimin çoğu, epey teknik bir doğaya sahiptir ve genelde ayrı bilgi parçaları şeklindedir. Bu durum, kısmen, kitabımızın ana hedeflerinden birisi olan büyük resmi tamamlamak ve sentezlemek amacı taşıyordu.

Kitaptaki protein savının önemli kısmı, çeşitli etkiler üretmede diğer besinlere karşı proteinin göreceli önemini tahmin etmemekti. Bunun yerine, bu durum yüksek oranda değişken ve aksine kullanışsız olurdu çünkü ne mümkün olurdu ne de çok bilgilendirici olurdu.

Benim anlatmak istediğim şey, proteinin 1839 yılındaki keşfinden başlayarak bugüne kadar olan zamanda, bu yapı maddesine aslında taptık ve sonuç olarak, beslenme ile sağlık hakkındaki daha genel düşüncelerimizin, bu yaklaşıma uymak zorunda olduğunu temin ettik. Bu durum, proteinin çoğunlukla hayvan temelli gıdalarda bulunduğu düşünüldüğünde (ve hâlâ pek çokları tarafından böyle düşünülüyor) özellikle doğru durumdaydı. İlk yıllarda protein et ve et de protein anlamına gelmişti. Bu yüzden, proteine duyulan derin saygının çoğu, aslında ete duyulan saygıydı.

Kariyerimin ilk kısımları esnasında yaptığım şey, geleneksel bilimin telkin edeceği şeyden daha fazlası değildi. Büyük ihtimalle hayvansal protein bakımından zengin olan beslenme düzenlerinin, Filipinler’deki karaciğer kanseri ile ilişkili olduğu gözlemini yapmıştım. Bu, Hindistan’da, deneysel farelere olağan alım seviyelerinde kazein verilmesinin karaciğer kanserini desteklediğini gösteren sıradışı rapor ile birlikte, bu etkinin nasıl işlediğine dair 27 yıllık çalışmam olan The China Projesi’ni teşvik etti. Bunun doğru olup olmadığını ve daha ötesi, nasıl işlediğini görmek amacıyla çok sayıda deney yaptık.

Hükümetin kanserojen kimyasal test programında test edilen tüm kimyasal kanserojenler arasında (ve kanserojen bir şeyin ne olduğuna karar vermek için geleneksel ölçütü kullanarak), kazeinin (ve çok muhtemel olarak, diğer çoğu hayvan temelli proteinlerin) en bağıntılı madde olduğunu açık şekilde gösterdik. Bu, tartışılabilir bir konu değil ve bu kararın içerdiği sonuçlar, pek çok yönde şok edici halde.

Ancak, daha sonraki çalışmamın ana odak noktası haline gelen şey bu bulgu ile bu açık hüküm değildi (geleneksel kanıda ne kadar önemli olursa olsun). Fakat, çok daha geniş bir hipotezi araştırmamız gerektiği fikrini veriyordu, yani, en azından kısmen, farklılık gösteren protein içerikleri ve bileşimleri dolayısıyla, hayvan ve bitki temelli besinlerin daha genel ilişkisini araştırmamız gerektiğini. Ayrıca, beslenmeyi çok farklı şekilde düşünmeme sebep olan bulguları sağlayan şeyler, bu deneylerdi, özellikle gıda temelli beslenmenin, besin temelli beslenmeden çok ama çok daha önemli olması bağlamında.

Kısacası, kazein ve onun deneysel kansere sebep olma yeteneği üzerindeki bulgularımız, çok daha heyecanlandırıcı ve alâkalı sorulara ve sonuçlara giden bir atlama taşı haline geldi. Bu süreçte, pek çok heyecanlandırıcı fikir ve sonuçlar doğdu ve bunlardan ikisi, benim için kişisel olarak epey derin. Birincisi, bu bana ilaca dayalı sağlık ile gıdaya dayalı sağlık hakkında düşünmek arasında bulunan inanılmaz boşluğu gösterdi (ve ben, besin desteklerinin, ilaca dayalı sağlıktan daha fazlası olmadığını düşünüyorum; bu kimyasallar sadece, geleneksel ilaçlardan farklı bir zamanda veriliyor). İkincisi, bu bana, sağlığı korumada ve hastalığı önlemede bir kavram olarak beslenmeyi geliştirmek ve kullanmakta ne kadar hatalı olduğumuzu gösterdi. Bunda, genel olarak tıbbi uygulamalar, özel olarak araştırma tahkikatları ve müstehcen siyaset gelişimi hakkında ciddi bir alaycılık yaptım.

Hayat kurtarıcı olabilen ve akıllıca kullanılırsa faydalı olabilen bazı ilaçlar bulunduğunu biliyorum. Fakat ilaçlara olan bağlılığımız ve piyasaya olan bağımlılığımız ile piyasanın besin destekleri, ilaçlar ve diğer tıbbi öteberi hakkındaki iddiaları mide bulandırıcı; kelimenin tam anlamıyla böyle.

Bu yüzden, (çoğunlukla hayvan temelli gıdalardaki) protein hakkındaki bir tartışma, bulguların kendisi ikna etmek için yeterli olsa da, bulguların ötesinde daha geniş bir konu olmalıdır.

Ayrıca, kronik kalp rahatsızlığı suçlusu tarihsel olarak doğarken, doymuş yağ ile kolesterol tehlikelerine (elbette hayvansal gıdada bulunan) odaklanmayı da eklemeliyim, çünkü bu bileşenlerin alımını, hayvansal gıdanın alımını azaltmadan azaltmak mümkündür. Sadece yağın birazını çıkarın (yağsız süt, yağsız et gibi). Fakat protein ortadan kaldırılamaz; çünkü artık hayvansal gıda gibi bile görünmez. Bu yüzden, hayvan temelli proteini sorgulamaya teşebbüs etmemek konusunda yıllardır çok büyük baskılar vardı; bu durum, hayvansal gıdaları feda etmek anlamına gelir.

T. Colin Campbell, PhD

Center For Nutrition Studies

Kaynak: Ana kaynak için tıklayın

Kekiğin Bazı Bitki Patojeni BakterilerÜzerine Antimikrobiyal Etkisi

Giriş
Türkiye değişik iklim ve ortam koşullarına sahip olası nedeniyle bitki türü bakımından
oldukça zengin bir ülkedir. Tür sayısı kesin olmamakla birlikte yaklaşık olarak 9.000
civarındadır. Dünyada yaklaşık 20.000 tür tıbbi amaçlar için kullanılırken ülkemizde
bu rakam yaklaşık 500 civarındadır.

Kekik (Thymus spp.) dünyada bilinen tıbbi ve aromatik bitkilerin en önemlilerinden
biridir. Labiatae familyasındandır. Buna ilaveten aynı familyaya ait Origanum
(Mercanköşk), Sideritis (Dağçayı), Thymbra (Karakekik) ve Satureja (Kayakekiği)
türleri de kekik olarak bilinmekte ve baharat olarak kullanılmaktadır (1). Ülkemizde 40
kadar türü yetişmektedir.

Kaynak: http://www.mikrobiyoloji.org/pdf/702050702.pdf

Konuşmak veya Sevmek Bitkilerin Büyümesine Katkı Sağlar mı?

Bitkilerle konuşmanın ya da onlara sevgi göstermenin büyüme üzerindeki etkisi, tam olarak kanıtlanmamış olsa da, bu konuda yapılan bazı testler ve varsayımlar bulunmaktadır. Bu teoriler, genellikle büyüme oranlarına tepkilere ve bu oranların bitki büyümesinin üzerindeki muhtemel etkilerine dayanmaktadır. Aşağıda bu konuda daha ayrıntılı bir açıklama ve ilgili örneklerin örnekleri

1. Ses Titreşimlerinin Bitkilerin Üzerindeki Etkisi

Bitkilerin ses dalgalarına verdiği tepki, bitki biyolojisi alanında araştırılan bir konu. Ses dalgaları, büyüme süreçlerini değiştirecek mekanik seçimler sağlayabilir . Jeong ve ark. (2004) tarafından yapılan araştırmada bitkilerin ses dalgalarına yönelimlerinin olumlu olduğu görülmüştür.

2. Karbon Dioksit (CO₂) Salınımını

İnsanlar konuşurken karbondioksit (CO₂) salınımı yapar. Bitkiler ise fotosentez sürecinde karbondioksiti kullanarak büyümeyi sağlar. Taiz ve Zeiger’in (2010) bitki deneylerinde insanların bulunmadığı ortamlarda bitkilerin daha gür olduğu görülmüştür.

3. Ses ve Müziğin Bitki Büyümesine Etkisi Üzerine Yapılan Çalışmalar

Bitkilerin müziğinin verdiği tepkiler üzerine yapılan bazı deneyler de vardır. Dorothy Retallack, Şao ve Gemisi (2010) tarafından sözleri olumlu olan şarkılar bitkilerin yetiştirildiği ortamda dinlenildiği zaman bitkiler daha hızlı büyür ve ömürleri normalden daha uzun olur.

4. Bitkilerin Çevresel Uyarıcılara Yanıtları

Bitkiler, çevrelerindeki titreşimlere karşı duyarlıdır ve çeşitli stres özelliklerine karşı biyokimyasal tepkiler üretirler.

5. Bitkilerle İlgilenmenin Dolaylı Etkileri

Bitkilere karşı insanların konuşmasının ve sevgi göstermesinin doğrudan etkilerinin kayıtlı sahiplerinin bulunmaması da, bu tür iletişimlerin bitkilerin daha fazla oksijen üretmesine ve uzun ömürlü olmasına kaynak sağlayabilir.

Sonuç:

Sonuç olarak, bitkilerle konuşmak ya da sevgi göstermek, ses seçimleri ve karbondioksit gibi küçük etkiler yoluyla ciltten hafifçe uzatılabilir. Ancak, bu etkilerin büyüme üzerinde doğrudan ve belirgin bir fark yarattığına dair kesin potansiyel olanaklar mevcuttur. En büyük katkı, bitkilere olan ilgi ve özenin büyümesiyle ilişkilerin koşulların yoluyla gerçekleşir.

Kaynak: Bilimsel paylaşımlar sitesindeki bir haber yazısından esinlenilerek yapay zekada hazırlanmış bir bilgilendirme notudur.

Bitkilerin Hisleri ve Duyguları Var mı?

Bitkilerin acı reseptörleri, sinirleri veya bir beyni olmadığı düşünüldüğünde, biz hayvanlar alemi üyelerinin anladığı şekliyle acı hissetmezler. Bir havucu kökünden sökmek veya bir çalıyı budamak, botanik bir işkence değildir ve o elmayı endişelenmeden ısırabilirsiniz. Bitkilerin histen daha gelişmiş bir özellik olan ve işlenmesi için beyin gereken duyguları da yoktur.

Venüs sinekkapan bitkisi gibi bazı bitkiler belirgin duyusal kabiliyetlere sahip. Bu bitkinin inanılmaz tuzakları yarım saniye kadar kısa sürede kapanabiliyor. Benzer şekilde, küstüm çiçeği bitkisi yapraklarını dokunmaya tepki olarak hızla kapatıyor (bu adaptasyon, olası otçulları ürkütüp kaçırma görevi görüyor olmalı). Bu bitkiler görünürde açık bir duyu kapasitesi sergilese de yakın zaman önce yürütülen araştırmalar, başka bitkilerin mekanik uyaranları hücresel bir seviyede algılayıp tepki verebildiğini göstermiş. Bilimsel çalışmalarda sıkça kullanılan bir hardal bitkisi olan Arabidopsis, tırtıllar veya yaprak bitleri kendisini yediği zaman yapraktan yaprağa elektrik sinyalleri gönderiyor ve otçulluğa karşı kimyasal savunmalarını artırma sinyali veriyor. Bu dikkat çekici tepki fiziksel hasarla başlasa bile söz konusu elektriksel uyarı sinyali, acı sinyalinin dengi değil ve hasar gören bir bitkiye hayvani özellikler yükleyerek, onu acı çeken bir bitki gibi düşünmememiz gerekir. Bitkiler Güneş ışığına, yer çekimine, rüzgara ve hatta ufak böcek ısırıklarına yanıt verme konusunda sıra dışı kabiliyetlere sahip ama evrimsel başarı ve başarısızlıkları (neyse ki) acıyla değil, sadece yaşam ve ölümle şekillenmiş.

https://popsci.com.tr/sinekkapan-bitkisi-yapraklarini-nasil-kapatiyor/embed/#?secret=z1853PRIcz#?secret=cJazU4FDd0

Pek çok bitkinin fiziksel uyaranları ve hasarları zannedildiğinden daha karmaşık şekillerde algılayıp iletebildiği görülse de burada bahsedilen ‘algılama’ ve ‘iletme’, hayvanlar alemindeki özelliklere yapılan birer benzetme. Gazete haberlerinde gördüğünüz ‘Bitkiler konuşabiliyor‘, ‘hissedebiliyor‘, ‘bağırıyor‘ veya ‘birbirleriyle iletişim kurabiliyor‘ türü başlıklar da bitkilerde görülen, kendiliğinden gerçekleşen kimyasal, fiziksel ve biyolojik etki- tepki mekanizmalarının hayvanlar alemindeki olgulara hatalı şekilde benzetilip yorumlanmasından kaynaklanıyor.

Venüs sinekkapan bitkisinin görecek gözleri, dokunacak sinirleri ve düşünüp karar verecek bir beyni yokken üzerine böcek konduğunu nasıl algılıyor, biliyor ve yapraklarını kapatmaya ‘karar veriyor’? 2 yıl önce yapılan bir araştırmaya göre bu bitkinin hassas tetikleyici kıllarına dokunulması, mekanosensif iyon kanallarını harekete geçirerek fiziksel bir mekanizmayı tetikliyor. Hareket ile uyarıldığı zaman açılan bu kanallar, iyon yüklü moleküllerin akın etmesine ve hücrelerin farklı çalışmasına sebep oluyor (aynı yapılar, daha gelişmiş sistemler olan biz hayvanlarda da var, bkz: yakınsak evrim). Ancak bunlar beyin ve sinir sistemi olmadan, tamamen mekanik ve bilinçsiz şekilde gerçekleşen ve dışarıdan bilinçliymiş gibi görünen faaliyetler.

Bitkiler aslında yaptıkları hiçbir şeyi bilinçli yapmıyor çünkü düşünecek sistemleri yok. Sadece canlılığın milyarlarca yıllık evriminde ortaya çıkan sayısız mekanizmadan bazıları işe yaradığı ve yok olmadığı için günümüze kadar ulaşmış. Örneğin bitkiler böcekleri kendine çekmek için çiçek açmıyor, böcekler dikkatlerini çeken çiçeklere gidiyorlar. Bu bitkiler daha çok tozlaştığı için hayatta kalma şansları artıyor ve kullanılan ‘aktif anlatım dili’nde bu durum, bitkiler sanki kendilerini böcekleri çekmek için güzelleştiriyormuş gibi algılanıyor. Evrim bilinçsiz bir süreç. Milyarlarca yılda gerçekleşen, deneme yanılma faaliyetine ‘benzeyen’ sayısız sürecin sonunda ortaya çıkan sistemler doğanın işleyişini meydana getiriyor. Bunun sonucunda çok ufak boyutlu arılar bizim nasıl yapabildiklerine şaşırdığımız şeyler yapıyorlar. Tabii ki onların da bu kadar kapsamlı düşünecek beyinleri yok. Arıcıların dumanlarına bir türlü çözüm bulamıyor ya da ballarının neden azaldığını anlayamıyorlar.

Yazarlar: Melissa Petruzzello/Brittannica & Ozan Zaloğlu.

Kaynak: https://popsci.com.tr/bitkilerin-hisleri-ve-duygulari-var-mi/

Uzayda Bitki Yetiştirildi

Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (ISS) yetiştirilen ilk çiçek olan zinya, uzayda bitki yetiştirme konusunda önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu deney, astronotların uzun süreli uzay görevlerinde kendi yiyeceklerini yetiştirme yeteneklerini artırmak için gerçekleştirilen bir dizi denemenin parçasıydı. Zinya çiçeği yetiştirme deneyinin amacı, bitkilerin mikrogravitede nasıl büyüdüğünü ve geliştiğini anlamaktı.

Deneyin Başlangıcı ve Amaçları

Zinya bitkisinin ISS’de yetiştirilmesi, NASA’nın Veggie (Vegetable Production System) adlı bir projesi kapsamında yapıldı. Veggie, ISS’de taze sebzeler ve bitkiler yetiştirmek için tasarlanmış bir sistemdir. 2014 yılında başlatılan bu proje, astronotlara uzun süreli uzay yolculuklarında taze yiyecek sağlayabilmeyi amaçlamaktadır. Zinya, bu sistemde yetiştirilen ilk çiçekli bitki oldu.

Zinya’nın seçilme nedeni, bitkinin uzayda yetiştirilmesi beklenen diğer bitkilere (örneğin, domates) benzer özelliklere sahip olmasıydı. Bu bitkinin büyümesi sırasında ortaya çıkan zorluklar, gelecekteki daha karmaşık bitkiler için yol gösterici olabilirdi.

Zinya Çiçeğinin Yetiştirilmesi

Zinya bitkileri, ISS’de Veggie sistemi içinde 2015 yılında ekildi. Ancak, bitkilerin büyümesi beklenenden daha zor oldu. ISS’deki mikrogravitasyon ortamı, suyun ve besin maddelerinin bitkilere eşit şekilde dağılmasını zorlaştırdı. Ayrıca, bitkilerin büyümesi sırasında mantar sorunları da ortaya çıktı. Bu sorunlar, bitkilerin gelişimini olumsuz etkiledi ve bazı bitkilerin çürümesine neden oldu.

Bu sorunlarla başa çıkabilmek için NASA, ISS’deki astronotların daha fazla özerklik kazanmasını sağladı. Astronotlar, bitkilerin bakımı konusunda daha fazla karar verme yetkisine sahip oldu. Bu süreçte, astronotlar bitkilere daha fazla su vermek, ışık seviyelerini ayarlamak ve gerektiğinde havalandırmayı artırmak gibi kararlar aldı. Bu müdahaleler sonucunda zinya bitkileri yeniden canlandı ve sonunda çiçek açmayı başardı.

İlk Çiçek Açılması ve Önemi

Zinya bitkisi, 16 Ocak 2016’da uzayda ilk kez çiçek açtı. Bu olay, uzayda bitki yetiştirmenin zorluklarına rağmen başarılı olabileceğini gösterdi ve uzayda uzun süreli yaşamın mümkün olabilmesi için kritik bir adım olarak değerlendirildi. Zinya’nın çiçek açması, astronotlar için bir moral kaynağı oldu ve gelecekteki Mars görevleri gibi uzun süreli uzay yolculuklarında taze yiyecek yetiştirmenin mümkün olabileceğine dair umut verdi.

Bilimsel Kazanımlar

Zinya çiçeğinin uzayda yetiştirilmesi, bitki biyolojisi ve mikrogravitede bitki yetiştirme hakkında önemli veriler sağladı. Bu deneyler sayesinde bitkilerin büyüme koşullarının nasıl optimize edilebileceği, su ve besin yönetiminin nasıl iyileştirilebileceği ve mikrogravitasyonun bitkiler üzerindeki etkileri hakkında daha fazla bilgi edinildi. Bu bilgiler, gelecekte uzayda daha karmaşık bitkilerin yetiştirilmesi ve uzun süreli uzay görevlerinde kendi yiyeceklerini yetiştirme gereksinimi olan astronotlar için kritik öneme sahiptir.

Sonuç

Zinya çiçeği, Uluslararası Uzay İstasyonu’nda yetiştirilen ilk çiçekli bitki olarak tarihe geçti. Bu deney, uzayda bitki yetiştirmenin mümkün olduğunu ve bu süreçte karşılaşılan zorlukların aşılabileceğini gösterdi. Zinya’nın başarısı, gelecekteki uzun süreli uzay görevleri için taze yiyecek yetiştirme olanaklarını araştırmaya devam eden bilimsel çabaların önemli bir parçası olarak kabul edilir.

Yazar: Kifayet Beşirik

Kaynak: Sıradışı Bilim

Kaktüsler Gerçekten Radyasyonu Emer/Engeller Mi?

İddia: Kaktüsler her türlü cihazdan, özellikle de bilgisayardan yayılan radyasyonu önlerler. Dolayısıyla herkesin bilgisayar odasında kaktüs bulunmalıdır. Gerçek Mi? Sahte. Gerçek Ne?Kaktüslerin diğer herhangi bir cisimden daha fazla radyasyon soğurduğunu gösteren hiçbir bilimsel veri bulunmamaktadır.

Kaktüslerin radyasyonu emdiği veya engellediği iddiası, özellikle bilgisayar ve diğer elektronik cihazlardan yayılan radyasyonu önlemek için kaktüslerin ofislerde ve bilgisayar odalarında bulundurulması gerektiği yönünde popüler bir efsanedir. Ancak bu iddia, bilimsel bir temele dayanmamaktadır ve gerçeği yansıtmamaktadır.

İddianın Kökeni ve Yayılma Nedenleri

Bu iddia, muhtemelen kaktüslerin fiziksel yapısı ve dikenli görünümü nedeniyle ortaya çıkmış olabilir. Kaktüsler sert, dikenli bir dış yapıya sahiptir ve bu nedenle bazı insanlar, onların zararlı maddeleri veya enerjileri engelleyebileceği yanılgısına kapılmış olabilirler. Ayrıca, kaktüslerin radyasyonu emdiğine dair iddialar, bitkilerin genel olarak çevreye faydalı oldukları gerçeğiyle karıştırılabilir. Bitkilerin hava temizleme özellikleri vardır, ancak bu özellik radyasyonla ilgili değildir.

Bilimsel Gerçekler

Kaktüslerin, diğer bitkiler ya da cansız nesnelerden daha fazla radyasyon soğurduğunu gösteren hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Radyasyon, elektromanyetik dalgalar şeklinde yayılan enerjidir ve bu enerji, genellikle iyonlaştırıcı (X-ışınları, gama ışınları gibi) ve iyonlaştırıcı olmayan (radyo dalgaları, mikrodalgalar gibi) olarak ikiye ayrılır. Bilgisayarlar ve diğer elektronik cihazlar, iyonlaştırıcı olmayan radyasyon yayarlar. Bu tür radyasyon, düşük enerji seviyelerine sahiptir ve sağlığımıza zarar verme potansiyeli çok düşüktür.

Bitkiler, genel olarak radyasyonu emme özelliklerine sahip değildir. Kaktüsler de dahil olmak üzere, bitkilerin radyasyonu özel olarak engelleme veya emme gibi bir yeteneği yoktur. Kaktüslerin bu iddiada belirtilen şekilde bir işlev görmesi için belirli bir mekanizma olması gerekir, ancak böyle bir mekanizma bilimsel olarak tanımlanmamıştır.

Sonuç

Kaktüslerin radyasyonu emdiği veya engellediği iddiası tamamen bir şehir efsanesidir. Bilgisayar odasında bir kaktüs bulundurmanın radyasyonu önlemek gibi bir etkisi yoktur. Ancak kaktüslerin estetik bir değer kattığı ve ortama hoş bir atmosfer sağladığı inkar edilemez. Bilimsel olarak radyasyondan korunmanın en etkili yolu, cihazların uygun şekilde kullanılması, koruyucu ekipmanların kullanılması ve düzenli aralıklarla mola vermektir. Kaktüsler bu süreçte herhangi bir rol oynamaz.

Yazar; kifayet Beşirik

Kaynak ; Sıradışı bilim

Ksilem ve Floem: Bitkilerde Besinlerin, Suyun ve Minerallerin Taşınması

Bitkilerde madde taşınımı, ksilem ve floemFuseSchool – Global EducationKsilem ve Floem: Bitkilerde Besinlerin, Suyun ve Minerallerin Taşınması İlk bakışta sadece suyun, minerallerin, glikozun ve amino asitlerin hareketi diyebiliriz. Ama bu bilimdir ve bu süreci betimlemek için özel terimlere ihtiyaç…

Ksilem (Xylem)

Ksilem, bitkinin su ve mineral taşınımını sağlayan dokudur. Su ve mineraller, topraktan kökler aracılığıyla emilir ve ksilem hücreleri aracılığıyla bitkinin yapraklarına ve diğer kısımlarına taşınır. Ksilem, genellikle uzun, boru şeklinde hücrelerden oluşur ve bu hücrelerin duvarları odunlu maddelerle kaplıdır, bu da bitkiye destek sağlar. Ksilem hücreleri ölüdür ve boşluklu yapıları suyun ve minerallerin hızlı bir şekilde taşınmasını mümkün kılar.

Su taşınımı nasıl gerçekleşir?
Su, köklerden emildikten sonra, ksilem hücreleri boyunca yapraklara doğru çekilir. Bu taşınım, kök basıncı, kılcal hareket ve transpirasyon (terleme) gibi mekanizmalarla desteklenir. Transpirasyon, yapraklardan su buharı olarak kaybedilen suyun yarattığı çekim kuvvetiyle suyu yukarıya doğru taşır.

Floem (Phloem)

Floem, bitkinin fotosentez sonucu üretilen besinleri (özellikle şekerleri) bitkinin diğer kısımlarına taşımakla görevli dokudur. Bu dokular, canlı hücrelerden oluşur ve iki yönlü taşınma sağlayabilir, yani besinler bitkinin ihtiyaç duyduğu her yere, hem yukarı hem de aşağı yönlü olarak taşınabilir.

Besin taşınımı nasıl gerçekleşir?
Floem aracılığıyla taşınan şekerler, kaynak bölgelerinden (genellikle yapraklar) sink bölgelerine (büyüyen kökler, meyveler, tohumlar) doğru hareket eder. Bu taşınım, suyun osmotik basıncı ile gerçekleşir. Şekerler, floem tüplerinde yoğunlaşır ve bu yoğunluk farkı suyun tüplere girmesine neden olur, böylece basınç artar ve besinler bitki boyunca hareket eder.

Yazar: Kifayet Beşirik

Kaynak: Sıradışı bilim